Fransız madamın hatıralarından:
"Liman, İstanbul ile Galatasaray`ı birbirine bağlayan dubalı köprünün açığında... Burada muhtelif devletlerin bayraklarını taşıyan yüzlerce büyük gemi birikiyor; layuat (pek çok) sandal kaynaşıyor; Sirkeci iskelesi ile Karaköy arasında, kayıklar bila fasıla insan taşıyor.
Asya cihetine bakılınca, başka bir panorama göze çarpmakta. Üsküdar; yanı başında, ucu bucağı bulunmayan selvi ormanlarıyla, bitip tükenmeyen yollarıyla, şarkın en büyük mezaristanı olan Karacaahmet.
Sarayburnu`na geldik. Mükellef arabalar, nadide binek atları ve birçok kimse bizi bekliyor. Oldukça dik bir bayır çıktık. Eski padişahlara, üçyüz sene ikametgahlık etmiş olan burası, kale gibi mahfuz bir sraydır. Şehrin en cennup noktasında, Marmara`ya, Adalar`a, Boğaz`a, Haliç`e harikulade bir nezareti var. Bugün hali (boş) ve metruk.
O esrarengiz duvarlar içinde ne vakalar, ne dedikodular, ne çılgınlıklar, ne kanlı facialar geçmiş... Tarihte, unutulmaz izler bırakmuış olan bu yerlere yaklaşırken insan heyecanlar ve garip hisler duyuyor. Bugün, sükun içinde uyuyan bu kale, demir kapılarını, bazı meriyül (hatır sözü geçer) süfera ve ecnabine (yabancılara) ara sıra açıyor.
Buranın ve Hazine-i Hümayun`un muhafızı bulunan paşa, meşhur Bağdat Kökü`ne bizi kabul etti ve önümüzde düşerek yürüdü. Oranın en mergup (rağbet edilen) köşklerinden birinin önüne iki çadır kurulmuş. Buradaki nezaretin emsalsizliğine de diyecek yok. Bu doyum olmaz manzara karşısında insan gaşyoluyor (kendinden geçiyor).
Gene karşınızda Marmara, Anadolu sahilleri, Boğaz`ın yeşil suları, Galata, dış ve iç liman... Ne muhteşem çadırlar. Yerlerde erkekler; dairevi dizilmiş koltuklara oturmuşlar, uzun çubuklarının dumanlarını savuruyorlar. Öteki çadır, kadınlara tahsis edilmiş, içinde rahatça yaslanacak sedirler; üzerlerinde reçeller, yemişler duran küçük masalar.
Yemeği bekleyenleri sanki oyalamak için, durmadan kahve taşınıyor. Hizmetkarlar, kahveyi öyle tazim ve hürmetle veriyorlar ki. Mercanlı ve mücevherli zarflara oturtulmuş fincanları, sol elleri göğüslerinde, gzöleri önlerinde olarak yavaş yavaş uzatıyorlar ve geri geri çekiliyorlar; boşalmış fincanları gene aynı tavırla alıyorlar.
Geniş bahçeler, ağaçların altına kadar serin, havadar ve ferahlı. Enfes reçelleri boynu bükük bırakmadık. Bir taraftan bunları tatmakla meşgulken öbür çadırda, kemal-i ciddiyetle ve vekar ile içilen çubukları seyrediyorduk. Derin bir sükut (sessizlik). Tütün dumanları arasında, başlarında geniş fesler, çenelerinden koca sakallar bulunan, hayalet gibi adamlar. Zaman geçiyordu. Bu çubuk faslı ne zaman nihayetine erecek diye bakınıyorduk.
Ayak sesleri işitilmeye başladı. Bir köle kafilesi sökün etti. Hepsinin ellerinde, kapaklarının üzerine kumaşlar örtülmüş sahanlar vardı. Derhal ortaya iki sofra kuruldu. O kadar çabuk ve kolaycacık hazırlanmıştı ki. Yerdeki halının üstüne, bir buçuk karış kadar yükseklikte bir iskemle oturtulmuş, onun üzerine, muhtelif vazolar ve nakışlarla müzeyyen pek zarif ve yuvarlak bi tepsi konmuştu. Tepside, çerezler, reçeller, yemişler bulunuyordu. Sürahi, bardak, havlu yok. Yalnız çorba için boynuzdan kaşıklar... O kadar.
Minderlerde bağdaş kurduk. Birinci sofraya, Mösyö Thouvenel ile madamı, muhafız paşa, Kontes Zamoyska, ben ve Baron dö Talleyrand oturduk. Ötekine, rahip Pierre, baş terciman M. outrey, katipler ve M. Susleau sıralandılar. Hizmet gören köleler zenci ve beyaz olarak karışık. Hepsi pek terbiyeli ve hürmetkar vaziyette. Bir arşın kadar boyda, sırma işlemeli havluları, sağ omuzlarımızdan göğsümüze doğru örttüler.
Biraz ilerimizde ahenk başladı. Bir ağacın altında on, on iki kadar sazende halka olmuş, ismini bilmediğim birtakım sazlar çalıyorlar ve yüksek sesle şarkılar okuyorlar. Yemek tabaklarının geçit resmine sıra gelmişti. Bunlar, çabuk çabuk gelip gidiyorlar, bir türlü arkası kesilmiyordu. Elle yemek yemek ne tuhaf oluyor. Ekmek parça parça koparılıp iki parmakla tabağa uzatılıyor ve ekmek lokmasıyla beraber ağza sokuluyor. "Dolma" dedikleri asma yaprağına sarılmış köfteler son derece leziz.
Bıçağa hiç lüzum yok. Ortaya gelen koca bir kuzu, öyle güzel kızartılmış ki parmakla tutulunca hemen kopup ayrılıveriyor. Yemekte teklif tekellüf, merasim de yok. İstediğin gibi serbestçe yemek, en büyük nezaket imiş.
Bize bir cemile olmak üzere hepimize birer çatal getirdiler, fakat ele almayı bile terbiyeye mugayir (aykırı) gördük ve parmaklarımızla yemeye devam ettik. Çatal vaktiyle var mıymış? Cetlerimiz, eski zamanın bunca prensesleri ve prensleri parmaklarıyla yemezler miymiş?
XIV. Lui devrine kadar Fransa`da dahi çatalın mevcut olmadığı malumdur. Alaturka sofra pek hoşuma gitmişti. Mamafih, sahanların tevalisi (birbiri ardınca gelmesi) mecali tüketmeye başlamıştı.
Vaziyetimizi anlayan Muhafız Paşa bir işaretle, bir türlü tükenmek bilmeyen bu biberli, baharlı yemeklere hatime (son) çektirdi. Tatlılara, gülsuyu damlatılmış menba sularına, enfes şerbetlere sıra geldi. Sofrada herkese, ayrı bir köle hizmet ediyor; emrine amade olmak için gözünün içine bakıyor. Bardak, daha dudaklarından ayrılırken, gül kokulu suyu veya şerbeti tazeliyor.
İstanbullular, temizliğe son derece itinakar. Birşey ağza dokundu mu onu kirlemiş farzediyorlar. Bu hususta akıl erdiremediğim bir nokta varsa o da, çubuk dağıtan hizmetkarların, çubukları ağızlarında çeke çeke getirmeleri. Bura halkı, içtikleri suyun saflığına ve berraklığına da çok dikkatli. İstanbul menba sularının nefaseti de uyar yok. Nihayet, yemek sona erdi. Elleri yıkamak için gümüş leğen ibrikler sıralandı. Leğenlerin ortasındaki altın yaldızlı sabunları konmuş. Kahve, çubuk faslı tekrar baş gösteriyordu. Artık daha fazla durmadan vedalaşarak ayrıldık.
Akşam, 31 Temmuz 1932
Kaynak: Masal Olanlar / Sermet Muhtar Alus / İletişim Yayınları /S:242-246