Fransız muharrirenin hatıralarından: (sene 1857)
“Padişahın kerimelerinden üç sultanın nişan merasimi, günün en büyük vakası oldu. Böyle şatafatlı düğün, senelerden beri görülmemiş. Bütün İstanbul hanımları birbirlerine girmişler. Damatlar şunlar: Tophane müşiri Ahmet Fethi Paşa’nın oğlu Mahmut Paşa, Mısır valisinin mahdumu İbrahim Paşa, Bahriye nazırı Mehmet Ali Paşazade Ethem Paşa.
Kaptanpaşa ünvanını taşıyan Bahriye nazırı, oğlunun nişan hediyelerini görmemiz için, Tersane’deki dairesine bizi davet etmişti. Seyri fevkalade şayan-ı dikkat ve sayısı hesapsız eşyalarla dolu olan salonları, bizzat Paşa, bize gezdirdi. Hiç tereddüt etmeyelim, bizler, nişan hediyelerimizi, bu cömertlikle, bu derece zevk ve zarafetle tanzim edemeyiz. Belki ikiyüz tepsi, üzerlerinde, yaldız nakışlı sahanlar.Tepsiler, üstüne cabeca (yer yer) yıldızlar işlenmiş, rengarenk gaz boyamalarla örtülü. Bu örtüler kurdelelarla fiyonglanarak bağlanmış.
Kadife mahfazalarda taçlar, gerdanlıklar, broşlar, enva (türlü) mücevherler. Elbiselik ipekliler, döşemelik kumaşlar, kaşmirden eşarplar, sırmalı ve incili terlikler. Herbirine beşer yüz lira konmuş, pembe satenden torbalar. Bunların da sayısını Allah bilir. Reçelleri de unutmayalım. Belki beşyüz kadar, en ince Saksonya porselen kaselerde reçellerin envaı, gene porselen kaseler içinde ıtriyatın türlü türlüsü. Bu mecmuun (birlikteliğin) ahengini bozar gibi, ötede beride tek tük göze çarpan Avrupa mobilyaları.
Ertesi gün erkenden, nişan hediyeleri merasimle saraya götürülecekmiş. Beşiktaş civarında, güzergah üzerine, süferaya (elçilere) mahsus olmak üzere bir tribün hazırlanmış. Madam Thouvenel yorgun olduğundan, İngiliz sefiresi Lady Stratford beni refakatine aldı, yola çıktık. Mevki-i mahsusa geldik. Alayın geçmesi için uzun müddet beklendi. Yunan sefiresi Madam Condouriotis’le kol kola girdik ve kalabalığa karıştık. Yanımızda, bir iki sefaret katibi de vardı.
Boydan boya, iki sıra, üç sıra, hayvanları çıkarılmış araba. İçlerinde yaşmak feraceli hanımlar, muteber Rum ve Ermeni madamları. Ayak üstünde, yere oturmuş çocuklarını kucağına almış layuat (pekçok) kadın. Aralarında tek bir erkek gölgesi yok; ne bir fes, nede bir sarık. Tabii harem ağalarını saymıyorum.Tophane ile Beşiktaş arasındaki sahanın biraz ilerisi gayet mükellef arabalarla malamal (dopdolu). Bunların hayvanları koşulu. Hepsinde vükela, vüzera aileleri.
Alay nihayetlendikten sonra, sarayın harem dairesindeki resmi kabule dahil olacaklarmış. Yola, iki sıralı olarak asker dizilmişti. Kavaslarımızı görür görmez bize yer verdiler. İstanbul’un incecik yaşmaklarla mestur en güzel çehrelerini seyrediyorduk. Biraz daha yürüdük. Gelin olacak üç sultanla validelerinin arabaları önüne geldik. Bu arabalar, İmparatoriçe Eugene’nin düğün günü binmiş olduğu arabayı hatırlatıyor. Oldukça hızlı ilerliyoruz.
Öbürlerinden daha muhteşem bir araba nazar-ı dikkatimizi celbetti. Açık pembe renkliydi. Üstünde gümüş kabartma tezyinatı vardı. Dört kır beygir koşulu. Sim sırmalı elbiseler giymiş olan seyisler yedekte duruyor. Sanki hayali, efsanevi bir tablo seyrediyoruz.
Arabanın pembe ipek perdeleri inikti. Dikkat ve hayretle gözlerimiz daldığı esnada pırıl pırıl yüzüklü bir el perdeyi araladı ve Madam Condouriotis’e işaret etti. Bu kadın padişahın hemşiresi (kızkardeşi) meşhur Esma Sultan imiş. Sarayda valide sultandan sonra en itibarlı ve nüfuzlu kadın o imiş. Birkaç gün evvel görüştükleri için tanışıyorlardı. Derhal yanına gittik. Refikam (arkadaşım) beni prezante (takdim) edecekti.
Esma Sultan perdeyi biraz daha kaldırdı. Başında yaşmak yok ve saçları açık, bu sebeple perdeleri aşağıya kadar indiriyor, kendini saklıyormuş. Esma Sultan biraderini andırıyor. Güzel kadın değil, genç de değil fakat çok nazik. Memnun olmuştu, Fransızca tatlı bir lisanla iltifatta bulundu; ben de mukabele ettim. Karşısında, aralık yaşmağından civelek gözleriyle siyah kaşları görünen iki genç kız oturuyordu. Biz görüşürken, yanımızdaki katipler biraz gerilediler ve uzakta beklediler.
Ortalıkta telaş ve heyecan... Herkes itişerek kakışarak caddeye bakıyor. Tribündeki yerlerimize koştuk. Alay hala görünürde değil. Nihayet katar, uzaktan belirmeye başladı. Damatlar yok. Onları, sadrazamın yaverlerinden biriyle üç nadide at temsil ediyormuş. Atlar yularlarından tutulup elde götürülüyor. Haşaları (eğerin altına konan kalın kumaş), altın ve gümüş tellerle ziynetlenmiş kırmızı kadifeden.
Sultanları da kızlar ağası temsil ediyor. Kafileyi arabasına rakiben (binmiş) başhazinedar kadın takip ediyor: hal ve tavrı ile vakur ve azametli ki, bu da saraydaki nüfuz ve vaziyetinin icabı imiş.Daha arkada, açık renklere boyalı, gene yaldızlı ve nakkaşlı, 30 kadar araba.İçlerinde, saray takımları, vüzera hanımları, paşa karıları.. Debdebe ve ihtişam, nihayete doğru gittikçe hafifliyor. Bu arabaların da peşlerinden İstanbul’daki askeri erkan ve ümera yayan olarak geçtiler.
Nihayet hediyelere sıra geldi ve bunların bir türlü arkası alınamadı.En önde sırma işlemeli lal kadife sandıklar dolu üç araba. En giranbaha (değerli) hediyeler bunlarda imiş ve böyle kapalı, saklı götürülmüş.Arkasından, köleler tarafından taşınan, çiçeklerle bezenmiş sepetler, yorulunca sepeti vermek için her birinin arkasında iki köle daha var. Bunlar altıyüz kadar olarak, böylece geçtiler.
Damatların hedieyleri de bu meyanda (arada) götürülmüştü. Geçit, yeknesak bir hal almış, bizi oldukça yorarak gözlerimizi karatmaya başlamıştı.Hepsinden hoş ve şayan-ı dikkat olan etraftı. Bütün kırlara, tepelere üşüşmüş olan kadın kalabalığı, sırtlar, bayırlar, gelincik, papatya, çiğdem tarlalarını andırıyor.Müslüman, Hristiyan, her milletten binlerce kadın, binlerce çocuk.Parlak şark güneşi altında, yeşil çimenler üzerinde kaynaşan bu manzarayı bir türlü unutamayacağım.”
Bu sözlere de tarafımızdan ilave edilecek bir laf var: İmparatorluk köhneleştikçe, temelleri sarsıla sarsıla hezar yaprağına döndükçe, mirasyediliği vur yansın! etmiş. Atalar sözüdür: “Bol bol yiyen, bel bel bakar!”
Kaynak: Masal Olanlar, Sermet Muhtar Alus, İletişim Yayınları, 1997, 1. Baskı, sayfa: 233-237