Mösyö Asadur`un anlattığı Arnavutköy, artık tarih oldu:
Arnavutköy`e bu ismin verilmesi Arnavutların yerleşmesiyle olmuş ki, ben onu bilmiyorum. Ondan sonra Rumlar gelmiş, babamın geldiği gibi. Rumlar çoğunluktaydı. Balıkçılıkla geçinirler, çilek tarlalarında çalışırlardı. Bir kısmı da terziydi. İncir zamanı geldi mi incir satarlar. Sultanselim inciri yetişirdi. Kaç senedir yediğimiz yok. `Balı akıyor` diye bağırırlardı. Lezzeti bambaşkaydı. Lop diye ağzına at. Akşamüstü bütün Arnavutköy çilek kokardı. Annem haziranda kavanoz kavanoz çilek tatlısı pişirirdi. Kışınm açtığın zaman mis gibi çilek kokardı.
Tarlalar çocukken sürünerek girer, çilek yerdik. Bir de bakarsın, `Breh! Asadur, Mehmet, ne işiniz var orada!` Yakalanırdık. Bir tepsi incir getirir, `oturun yeyin, bir daha da tarlaya girmeyin` derdi. Bir daha yapar mısın, böyle eğitirlerdi. Rumlar her yere bir isim takmış. `Tumbo`ya gidelim, uçurtma uçuralım` derdik. Tumbo, tepe demektir. Akıntı burnuna da Rema derlerdi. Rumların Paskalya Bayramı`nda oraya salıncaklar, atlı arabalar gelirdi. Bebeğe kadar götürürlerdi yüz paraya. Kınacı Mehmet , Ankaralı Ali Bey, sabahları gazete alır, vapur beklerlerdi. O zaman daha tatlıydı. Akıntının üstünde Faruk Nafiz Çamlıbel`in güzel bir evi vardı. Onlar asil aileler. O kadar zenginliklerine rağmen, b,ir büyüklükleri yoktu. Vapur iskelesinin yanında sandal iskelesi vardı. Yazın güneş vurmasın diye üstü tenteli olurdu. Minderler hep muşambalı, arka kısmı da koltuklu, işlemeliydi. Beyoğlu`ndan gelenler o zevki tatsın diye sandalcı bilir, akıntıya verir, Çengelköy`e kadar götürürdü. Mahallede akşamüstü oldu mu, biri minderi basamağa çıkarır koyar, öteki da yanına otururdu. Bakarsın bir kahve pişer, karşıdan `Takuyanım bir kahvemizi iç` derlerdi. Misafirlere de çevirme tatlısı ikram edilirdi.
Arnavutköy`den Beyoğlu`na gitmek ise ayrı bir törendir:
Ortaokuldayken sinemaya gideceğiz diye müsaade isterdik ailemizden. Sokağa çıkmadan evvel annem kapıda durur, askeri teftiş gibi üstüme başıma bakardı. Ayakkabım boyalı mı, pantalon ütülü mü, kravat muhakkak olacak, kolalı gömlek, iki tane de mendilim olacak. Zamanlar mahallenin dokusu değişir:
Ortaköy daha çok Musevilikti. Arnavutköy Rumluktu. Burada daha az insan vardı. Köy havası vardı. Yazlığa gelenler olurdu. Pırıl pırıl bir denizdi, balıklar gözükürdü. Yok o insanlar. İnsan hatırladıkça üzülüyor. `Aman komşumun evine zarar gelmesin` diye, bir şey yaparken gelip müsaade ister. Eskiden gördükleri terbiye. Onlar da öyle görmüşler, biz de öyle gördük annemizden babamızdan. Rumlar yavaş yavaş gittiler. `Kızım kiminle evlenecek?` diye tereddüt etmeye başladılar. Yavaş yavaş çorap söküğü gibi başladı. Bir de bu 6-7 Eylül olayları oldu. Dükkanları gitti. Bir daha açma imkanları olmadı. Gidenler ucuz fiyata evlerini sattılar. Arnavutköy`e yeni gelenler kendi gördükleri terbiyeyi burada tatbik etmek istiyor, bu da bize ters düşüyor.
Meyvenin Meyvesi
Mösyö Asadur, "dükkan değişti mi" diye sorduğumuzda, gülerek, "dükkan hiç değişmedi. Ben değiştim. Gençliğim gitti, ama huyum gitmedi. Bu dünyada hepimiz misafiriz. Göçüp gittiğim zaman `Arnavutköy`de iyi bir insan vardı` deseler yeter. "O nesilden kalan olmadı. Terbiye, saygı, hürmet, bunlar olsun yeter. Malesef bunlar azalmıştır" diyor. Asadur Zovikoğlu`nun bir oğlu var. Mardik, eczacı olarak çalışıyor. "Oğlumu okuldan soğutmamak için dükkana sokmazdım. En büyük yardımcım, eşim Ayda`dır" diyor Mösyö Asadur. Yakında torunu olacak. "Meyvenin meyvesi"ni bekliyor. Eskisi kadar olmasa da dükkanın müdavimleri son günlere kadar gelmeye devam ediyor: "On kişi gelirse sekizi tanıdıktır. Şimdi de dört-beş tane müdavimim vardır. Gelmesem akşama kadar sorarlar."
Kahve Deyip Geçmemeli
Kahveci olabilmek için kahvenin özelliklerini, kahveyi kavurmayı ve değirmenin kullanma şeklini bilmek lazım. Bir de semtine göre kahve satmasını. Bende şimdi orta kahve gider. Ortanın biraz koyusu. Kahveyi günde üç kere çekerdim. En mühimi de kavurması. Kavrulan kahve, bir gün bekleyecek. Ertesi gün kendi kendine soğuyacak. Soğuduktan sonra o kahveyi iki gün içinde satmam lazım. Yoksa sertleşir, iri çekmeye başlar. Kahve deyip geçmemek lazım. Dibek kahvesi bir eziyetti. Şimdiki kahveni yerin i tutmaz. Dibeğin yerini, önce elektrikli çelik değirmenler, sonra da taş değirmenler aldı. Taş değirmen, Foça`dan gelen sert bir taştan yapılıyor. Bu, Türkiye`ye özgü bir makine. Dışarıda çelik makineler kullanılıyor. Taş değirmenin ayarı da bir sanattır. Filtre kahveyi tercih edenler de var. Yeni makineler çıktı. Adam alıyor, tek bulunsun evinde, `var mı var` densin. Eskiden zembiller içinde Yemen kahvesi gelirdi. Onlarla vitrini süslerdim. Çekirdeği ufak ve yağlı, kahvesi bol köpüklü olurdu. Ama Türkiye`de daha ziyade Brezilya kahvesi, Rio 3 gidiyor. Mösyö Asadur`un kavurduğu kahveyi içmemiş olanlar, ne kaybettiklerini bilemezler ne yazık ki.
Kaynak: İstanbul`da Hatırlamak ve Unutmak / Leyla Neyzi / Tarih Vakfı Yurt Yayınları /S: 167, 169