Evliya Çelebi, 1640 yılında, Heybeliada`da zengin Rum balıkçı reislerinin olduğunu yazıyor. Anlaşıldığına göre tutulan balıklar, İstanbul`da pazarlanıyordu. Çünkü o dönemde Ada`nın nüfusu üç beş yüzü geçmiyordu.
Ada`da toplumsal hayat başladıktan sonra da, balıkçılık eski önemini korudu.
Bu kere tutulan balıkların bir bölümü adada tüketilmeye başlandı.
Ada bir balık cennetiydi. Nereden isterseniz, yeter ki kıyıdan yüz metre açılın, istediğiniz balığı tutardınız. Kıyılarda voli yerleri, dalyan yerleri vardı. En iyi dalyan, bugünkü ‘‘kablo’’nun bulunduğu kumluk sahildi: Burayı kullanmak için balıkçılar çekişirlerdi birbirleriyle.
Çamlimanı`na, plajın koyuna ıstakoz sepetleri atılırdı. Paraketeler atılırdı, sahile yakın yerlere, güpegündüz. Koca koca sinagritler çıkardı, sahilden elli metre açıktan.
Sadece istakoz, pavurya satan balıkçılar vardı. Örneğin Barba Diamandi, istakoz toplardı Çamlimanında, sepetine koyar, belli müşterilerine götürürdü. İstavrit, izmarit, kedi balığıydı. Kolyoz ádiydi, uskumrudan aşağı balık yenmezdi. İskorpit, çorbalık; mercan, karagöz haşlamalık, ısgaralıktı. Bugün İstanbul`un en lüks lokantalarında akıl almaz fiatlar istenen istakozlar, nadir balıklar, adalılar için sıradan yiyecek maddeleri idi. Dr. Kriton, küçüklüğünde annesi ile babasının yemek konusundaki bir tartışmasını hatırlıyor. Bu tartışmada babası "Bıktım artık istakozdan, mercandan bugün de kıymalı patates pişir" diyormuş annesine.
Özel bir avcılık merakı yoksa, yemek için balık tutmazdı kimse. İstediğiniz balığı rıhtımda, çarşıda, sokaklarda dolaşan gezici balıkçılardan ucuz ucuz alırdınız.
Sadece küçük çocuklar oyun olsun diye, sahilde olta sallarlar, izmarit, lápin, çırçır tutarlardı bugün de olduğu gibi.
Gezici balıkçıların en garibi ayakları sakat olduğu için bir araba ile dolaşan yaşlı bir Rumdu. Bu balıkçı gemiciler gibi, yüksek siyah bir kasket giyerdi.
Altûnizade Süleyman Bey ise beyliğine bakmadan balıkçı kılığıyla gezerdi. Kısa, abadan yapılmış palto-ceket arası bir giysi; belde kuşak, bol paçalı bir pantalon, yumurta topuklu pabuçlar. Elinde bir çavalye.
- Hayda!... Taze balık!’’ diye bağırırdı sokak aralarında.
Kılığına hiç yakışmayan nefis bir İstanbul lehçesiyle konuşur, ‘‘arz ettiğim veçhile’’, ‘‘inayet buyurun, kerem buyurun’’, ‘‘Lütfettiniz efendim’’ gibi deyimler kullanır, kapı önüne çıkıp balık alan kadınları da kibarlığa zorlardı sanki.
Kimse kendisine ‘‘balıkçı’’ diye seslenmezdi. Çünkü o balıkçı değil, Süleyman Bey`di.(...)
NEJAT GÜLEN
Kaynak: (Heybeliada. Tekin Yayınevi. 1985)