İstanbul bildiğimizi sandığımız, ancak çoğu zaman sorularımızı yanıtsız bırakan bir kenttir. Üzerine sayısız kitaplar yazılmış olmasına karşın belli bir dönemdeki yüzünü, dokusunu, günlük yaşamının akışı ile evrimini kavramaya çabaladığımız anda, büyük boşluklarla karşı karşıya kaldığımızı görüyoruz.
Batılılaşma sürecinin başlangıcından önceki, yani kabaca 18. yüzyıl İstanbul`unu sorguladığımız zaman da durum böyledir, ya da en azından çelişkili bir durumla karşılaşıyoruz. Bir yandan, özellikle Batılı gezgin metinlerinden kaynaklanan, ancak yer yer Osmanlı tarihçileri tarafından da doğrulanan olumsuz bir görüntü. Sokakları dar ve bakımsız, derme çatma evlerini sık sık dev yangınların silip süpürdüğü, başıboş yeniçeri ve azapların esnafı haraca kestiği ve her fırsatta kazan kaldırdığı bir kent. Ancak çoğu gözlemler bunun tersini kanıtlayacak durumda.
Lale Devri olarak anılan 1718-1730 dönemi, yapılarının çoğunluğunun kent merkezinin dışında Kağıthane ya da Boğaziçi`nde olmasına karşın, anıtsal olduğu kadar kültürel faaliyetlerin yoğunlaştığı bir dönemdir ve Patrona Halil İsyanı bu süreci noktalamaz. Örneğin bu dönemin son yıllarında başlanan anıtsal dört cepheli çeşmelerin yapımı 1730`dan sonra da sürüyor ve bu tarihlerde döşenen Taksim su şebekesi ile birlikte Haliç`in kuzeyine yayılıyor. Aynı zamanda, doğru ve yanlış olarak Osmanlı Baroğu diye adlandırılan bir uslubun temsilcileri olan bu binalrın yanı sıra yeni bir yapı türü olduğu kadar yeni bir işlevin ve yeni bir kültür anlayışının göstergesi olan bağımsız kütüphane yapılarının tümü, Köprülü Kütüphanesi`nin dışında, 18. yüzyılın örnekleridir.
Çelişkili görülen bu iki görüntü aslında birbirini tamamlayıcıdır. 16. yüzyılda kentin asayişi kadar şehircilik düzenine olumlu bir biçimde bakan Batılı gözlemcilerin giderek düşüncelerini değiştirmelerinin nedeni, İstanbul`da, kaldırımcılar, suyolcuları, mezbeleciler taifesinin ya da şehremini ve mimarbaşının verdiği hizmetlerin yozlaşması kadar Bat kentlerindeki terdi yönde görülen gelişmedir.
Yangın ise bilinen ve 18. yüzyıl boyunca şiddet ve yoğunluğu artan bir afettir. 1701-1800 arasında dönemin tarih kitaplarında yer alacak kadar önemli yangınların sayısı 90`dırç bve bunlardan 1718i 1756 ya da 1782`de meydana gelenler Haliç`ten, Cibali`den başlayıp, Marmara kıyılarında Langa`ya kadar giden ve on binlerce binayı yok eden "denizden denize" yangınlardır.
Konutların ise giderek yalnızca ahşaptan ve derme çatma yapılması bu yangınlarla doğrudan ilişkili olduğu izlenimini verir. Yapıların kagir olarak yapılması ve diğer önlemlerin alınması konusunda her büyük yangından sonra verilen emirlerin tersine, açıkta kalan on binlerce insanı barındırma zorunluluğu, birkaç günde inşa edilebilen bildiğimiz İstanbul tipi ahşap evin doğmasına neden olmuştur. Böylece en hızlı biçimde kurulan bu konutlar aynı zamanda en kolay yananlardır.
Sosyal yapı için bildiklerimiz dış gözlemleri doğrulayacak niteliktedir. 16. yüzyılın sonuna kadar reaya`nın toprağını terketmesi yasağının uygulanması ile nüfus artışı denetlenen İstanbul bu dönemde Aanadolu`da patlayan Celali İsyanları ile önemli bir göçe maruz kalmış; 17. yüzyıl boyunca Aanadolu`daki, 18. yüzyılın Rumeli`deki asayişsizlik ve aynı dönemde Avrupa ve Kırım`da toprak kayıplarının başlaması bu göçü körüklemiş ve nüfus artışı ancak bir-iki ayda İstanbullular`ın belte birinin ölümüne neden olan büyük veba salgınlarıyla dengelenebilmiştir. Bu arada yeniçeri ve diğer ocakların yozlaşması ve bunlara kayıtlı olan kişi sayısının giderek artması, esnaf loncalarının, hem dışarıdan gelen mallara, hem taşradan gelen uvuz emeğe rekabet edebilmek için kendi içlerine kapanması, giderek sayıları artan ve kentin arsa ve bina gelirlerinin en büyük bölümünü ellerinde tutan vakıfların bu gelirleri belli kişilere dağıtması, yeniçeri, esnaf ve küçük ulema (suhte: softa) oluşan, devlet yöneticilerinden rahatsız, ancak düzenin değişmesine şiddetle karşı olan ve kentin aktif nüvesini oluşturan bir halk tabakasını meydana getiriyordu.
Bu duruma karşı yönetici sınıfların iki tepkisi olmuştur; kentten kaçmak ve onu yeniden denetime almaya çalışmak. Sur içi İstanbul`dan kaçış özelikle iki alanda görülür; yüksek bürokratların konutlarında ve yeni işlevlerin gerektirdiği yapılarda. 1718 büyük Cibali yangınından bir yıl sonra, 1719`un Temmuz ayı ortalarında yazılan bir fermanda eskiden İstanbul`da yüksek duvarları, kagir oadaları, geniş avlu ve bahçeleri olan sarayların bulunduğunu, ancak son zamanlarda neccar kalfalarının ve diğer bazı kişilerin bunları alıp yıktığını ve yerine tahtadan ve çerden çöpten, kiralık dar ve bitişik odalar yaptığını ve bu değişikliğin yangınların yayılmasını etkilediğini belirtilir. Böylece, Lale Devri`nin başından beri, kent içindeki büyük saray ve konakların yerlerini küçük evlere ve özellikle bekar oadaları diye bilinen oadalara bıraktığını görüyoruz. Zengin sınıfının konutları ise giderek Haliç`in kuzeyine ve Boğaz`ın iki yakasına doğru kayar. 1720`li ve 1730`lu yıllarda Taksim ve Üsküdar su şebekesinin yapılması, aynı yüzyılın ikinci yarısından başlayarak padişah ve önemli kişilerin yaptırdığı camilerin Boğaz`a doğru kayması (Ayazma, Beylerbeyi) ve nihayet III. Selim`den (1789-1807) başlayarak padişahların, zamanlarının büyük bölümünü Topkapı Sarayı`nın dışında Boğaziçi saraylarında geçirmesi bunu gösterir.
Yeni işlevlere gelince, bunlar hem geniş alanlara ihtiyaç duyulduğundan hem de eski kent dokusunu denetlemeye devam eden yeniçeri-esnaf-ulema grubuna karşı yapıldıkları için kentin çevresine yerleşirler; Haliç`teki mühendishane, Levent çiftliğindeki, Tophane ve Selimiye`deki kışlalar gibi. Bu eğilimin en iyi örneklerinden biri III. Selim`in 1802-1805 arasında yaptırdığı Selimiye Camisi ve mahallesidir. Dikdörtgen adalı bu mahallede camiden başka, matbaa ve dokuma tezgahları kurulmuştur.
Kentin denetimine gelince, elimizdeki belgelerin yeterli olmaya başladığı 16. yüzyılın ortalarından beri, Osmanlılar`ın , İstanbul`un mimarlık ve şehirciliğini denetim altına almak istediklerini ve özellikle yangın tehditi karşısında giderek artan önlemlere başvurduklarını görüyoruz. Ancak bu önlemlerin (ahşap evlerin yasaklanması, çıkma ve saçak yasağı, daha önce bina apılmamış arsalarda inşaat yasağı vb) var olan kentin dokusuyla karşılaştırılırsa uygulanamadığı açıkça görülür; zaten 300 yıl boyunca bu emirlerin tekrarlanması da bunu gösterir. Böylece, 18. yüzyıldan başlayarak Batı modelinin Osmanlı yönetiminin gözünde giderek egemen model haline gelmesi şehircilik ve mimarlığa da yansır. Hatta bu konudaki belirtilerin daha da erken olduğunu söyleyebiliriz.
Kaynak: Dünya Kenti İstanbul / Stefanos Yerasimos / Habitat II