Ecnebîlere tercümanlık ve rehberlik eden Rus kız ve kadınlarının hemen hepsi gibi iyi bir tahsil görmüş olan Tavariş Jenya, Leningrad`ın beyaz gecelerini heyecanla anlattıktan sonra sordu: ‘‘Güzelliğini işittiğim ve hayatımda, Paris`le beraber en çok görmek istediğim bir şehir olan İstanbul`unuzda da beyaz geceler olur mu?’’
O zaman Boğaz`ın, sevgili Boğaz`ın beyaz geceleri gözlerimin önüne geldi:
-Evet, olur, dedim. İstanbul`da sizin Neva`nıza benzer bir nehir vardır ki adı Bosfor`dur. Yalnız Bosfor, Neva gibi bir tatlı su nehri değil, iki denizi birbirine bağlayan bir boğazdır. Suları, böyle iki basık sahilin arasından dümdüz bir hat halinde değil; yüksek ve yeşil tepeler arasından kıvrıla kıvrıla bir güzel kadın vücudunun inhinaları, girinti ve çıkıntılarıyla akar.
Sonra, Bosfor`un suları da böyle çamurlu ve sarı bir lav seli gibi ağır ve çirkin değildir; sizin balelerinizdeki rakkaseler gibi kıvrak, cilveli, çeviktir. Zaman zaman, yeşil, mavâ, lâcivert olur. Güneşli havalarda Bosfor, bir altın ve elmas nehri halinde, pırıl pırıl yanarak akar; mehtaplı gecelerde erimiş nurdan bir ırmak gibidir. Fakat Boğaz`ın en güzel zamanı, karlı, beyaz geceleridir...
Tipili havalarda, Boğaz`ı beyaz bir duman sarar. Hırçın, öpüklü dalgalarıyla deniz bile beyaz bir karanlık olur. Yolunu arayan Şirket vapurlarının projektörleri, beyaz boşlukta, uzun bir nur çizgisi halinde dolaşırken sanırsınız ki gökte, bir yasemin dünyası yıkılmış ve fırtına bu beyaz çiçekleri önüne katarak Boğaziçi`nin üstüne savurmuştur.
Çocukluğumda ve gençliğimde Baltalimanı`nda, Yeniköy`de büyük çini sobaların yahut da kaloriferin ısıttığı sıcak yalıların pencereleri önünde, Boğaz`ın tipisini seyretmekten ne büyük bir zevk duyardım.
Bir yıl dehşetli bir kış olmuştu. O geceki beyaz gece, en karanlık gecelerden daha korkunçtu. Karadeniz kudurmuş bir canavar gibi uluyarak Boğaz`ın üstüne saldırıyordu.
Kar, beyaz kelebek sürüleri gibi değil; beyaz bir dağ gibi, nefes aldırmayan bir kâbus gibi Boğaz`ın üstüne çullanmıştı. Şirket-i Hayriye`nin bir vapuru, Yeniköy iskelesinin ilerisindeki sığlıkta potrel üzerine yapılmış iki küçük odalı ahşap bir fener dubasını tipiden göremeyerek üstüne bindirmiş ve dubayı parçalayıp batırmıştı.
Dubanın içindeki zavallı fener bekçilerini, korkunç beyaz gece bir anda yutuvermişti. Yandan çarklı 44 numaralı bu vapurun iskele tarafındaki çarkı parçalanmış, sular gemiyi, sadrazam merhum Said Halim Paşa`nın yalısına doğru atmıştı.
Duvarları kocaman tablolarla süslü salonlarında, Türkiye`yi büyük harbe sokmuş olan Türk-Alman ittifaknamesinin 2 Ağustos 1914 tarihinde imzalandığı bu güzel yalı, henüz o zaman daha böyle tarihî bir şöhret kazanmamıştı. Said Halim Paşa, o yıllarda vezir ve sadrazam olmağı hatırından bile geçirmeyen Şura-yı Devlet âzalarından bir mîrimiran paşasıydı. (...)
ABİDİN DAVER
Kaynak: (İstanbul Armağanı 2, Boğaziçi Medeniyeti, İBBKİDBY, 1996)