Sabırsızlıkla, çatlamaya
ramak kalmış bir şekilde az mı beklemişler tuvaletin boşalmasını… Katın
her odasında ayrı bir aile yaşarmış ve tekmiş her katın tuvaleti. Mutfak
da tekmiş. İstanbul’a 1932 yılında geldiklerinde, onların sınıfına ait
her ailenin durumu ancak bir oda kiralamaya yetermiş. Çamaşır yıkamak,
banyo yapmak her akıllarına geldiğinde yapılacak işler değilmiş. Haftanın
günlerini bölüşmüşler mesela…
Masal
gibi değil mi?… Evet “gibi”, çünkü gerçekleri ve o zamanları öyle
anlatırlardı büyüklerim. Cibali’deki, yani aslında Eski İstanbul günlerini
belki yüzlerce kez dinlemişimdir.
Annemin
hafızası çok güçlüydü, hayatının her anını anlatışı da profesyonel
bir hikaye anlatıcısı gibi ilgiyi iyice toplar, tüm dikkati kendine ve ağzından
çıkan her söze hapsederdi. Gönüllü bir tutsaklık ve tatlı bir hipnoz… Yaşamadıysam
da o günleri, sarıklı yaşlıları, lüle saçlı Yahudileri, sakallı ve
arkadan toplanmış ve uzun saçlı Rum Papazları gördüm diyebilir. Tüm ayrıntıları
ile giysilerini ve tavırlarını anlatabilirim size.
Siyah elbisesini giymiş ve siyah eşarbı kafasının yarısını örtecek şekilde
bağlanmış Eleni, kim bilir kocasının yasının kaçıncı yılındaydı. Şapkacı
Simon demek ki para kazanıyormuş ki işinden, hayatını bu işe harcamıştı.
Sabah erkenden gelip, hep aynı saatte kapatır ve Cumartesi asla olmak üzere,
Pazar günleri dükkanını açmazdı.
“Reci”
kelimesini ilk defa annemden duymuştum. Bugünkü Kadır Has Üniversitesi’nin
binası… Zaten yakın bir zamana kadar Tekel’e ait olan bu binada sigara üretilirdi
ve orasıydı Reci… Hala tam anlamı için sözlüğe bakmış değilim.
Aaaaa durun! Beni en çok etkileyen Cibali Masalı’na geldi sıra;
Küçücük bir kız çocuğu iken, bulduğu her kuruşu cebinde biriktirir ve
yeterli olduğuna inandığı anda mahallenin tek oyuncakçısına gidermiş. İçeriye
girdiğinde, kapının üzerine asılı çıngırağın sesi dükkan sahibinin
bakışlarını kapı girişindeki tezgahın önüne yönlendirirmiş. Satıcı,
girenin büyük olasılıkla çocuk olduğunu düşündüğünden, bakışlarını
tezgah hizasına çevirdiğinde daha sorusunu sormadan, yukarıda rafta duran
gelinlikle bebeği işaret edermiş.
Adam da avucundaki paraya bakar ve ona
yetmeyeceğini, ancak şuradaki şekerlerden alabileceğini söylermiş. Her
defasında neredeyse böyle oluyormuş. Ama bir keresinde en azından küçük
lastik topa da yetmiş parası. Bir oyununda topunun zıplaya zıplaya komşunun
ahşap evinin taşlığında, yine ahşap merdivenin aralık iki tahtasının
arasından kara delik gibi her şeyi yutan boşluğa kaçması ile tüm hevesi
kursağında kalmış.
Sonra yıllar
geçip de, o küçük kız benim annem olunca, her oradan geçtiğimizde o eski
ahşap evi gösterir, topunun içerideki merdivenin altında olduğunu söylediğinde,
benim de aklımı orada bırakırdı. Eminim küçük lastik top hala orda, İstanbul
değişti, Cibali çok farklı, ama annemin bacaklarının altından zıplatarak
devşirdiği top, onun koştuğu yolların anıları orada…
Böyleydi
Esma Hanım’ın masalları… Temelinde gerçekler yatan, tatlı bir hayal gücü
ile desteklenen bir rüya idi. Başrolünde başkaları olsa dahi, her zerresi
annem kokardı. Kendi gözlerimle görmemi sağlardı o zamanın güneşini, çiçeklerini
anlattığında ise tanıdık kokularını hissederdim. Bugünleri yaşayan ben,
neredeyse bu anlatılar sayesinde onun hayatının nefeslerini tekrar almış ve
yollarında adımlar atmış biriyim. Annem bir İstanbullu ve onun kalemsiz yazarıydı.
MURAT ÇAVUŞOĞLU