1950`lerden 50 sene sonrası için hedeflenen 3-4 milyonluk nüfus daha 1970`lere gelirken aşıldı. Kent, 19. yüzyıl sonunda çizilen yerleşme alanını radikal olarak 50`lerin başından itibaren hızla genişletmeye başladı. Haliç ve Marmara kıyısı sanayileşmesi Eyüp sırtlarında, Taşlıtarla ve Rami yörelerinde, Zeytinburnu`nda, Ümraniye`de ilk gecekondu semtlerini yarattı ve bunlar 10-15 yıl içinde hızla çevreye yayıldı.
Artan nüfus ve ekonomik büyüme bir yandan arazi değerlerini yükseltirken, öte yandan yeni değer sistemleri 19. yüzyıldan beri yükselmekte olan semtlere (kentin kuzey kesimine ve eski banliyö mahallelerine) olan spekülatif talebi daha da arttırdı. Bu semtler hızla ve gittikçe yoğunlaşarak büyüdüler.
Dutluklar, bağlar ve bostanlar yerlerini toplu konut alanlarına, bahçeli evler ve köşklerse apartmanlara bıraktı. Bu, eski kentin boşalması, Tarihi Yarımada`nın çöküşü, ahşap evlerin tahribi demekti ve bu yıkım hızla gerçekleşti. Kalanlarsa, özellikle 60`lardan itibaren kente göçeden Anadolular`ın, Haliç sanayilerinde çalışan işçilerin barınakları ya da marjinal işyerleri, depolar olarak kullanılmaya başlandı. Bunların çoğu kullanım sırasında yandı, yıkıldı.
Nüfus artışının yanı sıra kentin nüfusu da hızla değişmekteydi: Eski ekonomik ayrıcalığını, canlılığını, kültürel yaşam renklerini yavaş yavaş yitiren azınlık nüfusu hızla azalırken, Bulgaristan göçmenleri ve Anadolu`dan kente akan taşralı nüfus, yeni bir demografik bileşim oluşturmaktaydı. Bu yeni plüralitenin kentin yaşama ve tüketim alışkanlıklarına ve kültürel ortamına ciddi etkileri olacaktı.
Kent eski yerli / Arupai-Levanten" / "Batıcı-monden" kültürlerden, bir yanıyla taşralı, öteki yüzüyle "Amerikancı" Modernist eğilimleri yansıtan daha farklı kültür bileşimi sergilemeye başladı. Popüler kültür yaşamı, sinema, müzik, eğlence giderek bu bileşimin örneklerini yaşatır oldu. Bunu kent mekanına damgasını vuran yapılar ya Hilton oteli, Belediye Sarayı gibi Uluslararası Üslup`a bağlı Modernist uygulamalar, ya da yeni yerleşme alanları oluşturan niteliksiz apartmanlar ve dönemin sonlarına doğru yaygınlaşan marjinal konutlar olmaya başladı.
1930`larda Prost Planı ile kente modern bir kimlik kazandırmayı hedefleyen yönetim, 50`lerin ortalarında, bir bölümü bu planda öngörülen, bir bölümüyse devlet yöneticileri tarafından kararlaştırılan hızlı bir imar programına girişti: Dönemin karayolları programı ile birleşen bu uygulama, özellikle eski kentin doku ve mekanını ciddi olarak değiştirdi:
Sahil yolları, surları delen, tarihi yapıların üstünden geçen bulvarlar, meydan genişletmeleri, büyütülen limanlar, o güne kadar bütünlüğünü az çok koruyan doku, mekan ve yapıları da parçaladı ve yeni bir kent ölçeği oluşmaya başladı.
Yeni ve artık kesin biçimde ülkenin ekonomik başkenti olan İstanbul`da 80`lere doğru gelişen kapitalin yeni mekansal tercihlerinin oluşmaya başladığının ilk işaretleri görüldü.
1940`lardan itibaren konakları terk edip apartmanlara yerleşen kentsoylulara benzer şekilde, büyük sanayi ve ticaret kuruluşları da Eminönü veya Beyoğlu`ndaki eski mekanlarından çıkıp, kentin kuzeyine taşınmaya başladılar. Böylece 1970`lerin ortasında ilk köprünün bağladığı Avrupa ve Anadolu kesimleri üzerinde, boşalan merkez, gelişen çevre ve onun da ötesinde yaygınlaşan sanayi ve plansız yerleşme alanlarından oluşan bir metropol gelişti. Bu hızlı ve kaotik gelişim, 1946`dan beri çok seslileşen siyaset ve demokratikleşmeyi sürdüren ortam koşulları içinde, yer yer toplumsal patlamalara, çatışmalara da dönüşecek ve kent mekanı bu olayların da tanığı ve taşıyıcısı olacaktı.
İstanbul Megapolü 1980 Sonrası
Kentin 1980 sonrası gelişmesi, bir bakıma 1950-1980 arasındaki sürecin doğal devamıdır. Ancak, kimi alandaki nicel gelişmelerin nitel dönüşümlere yol açması, kimi alandaysa yepyeni olgu ve dinamiklerin varlığı, bu süreyi farklı -ve belki de tüm yüzyıl içinde en dramatik- kentsel değişimlerin gerçekleştiği bir dönem olarak ele almaya imkan vermektedir.
Bugün, yüzyıl dönemecine yaklaşırken, kentin nüfusu 10 milyonu aşmıştır. İstanbul, batıda Silivri ve Çatalca`dan, doğuda Gebze ve ötesine doğru uzanmakta; bu alan içinde gerek yatayda yayılırken, düşeyde de hızla yükselmekte; yapılar zaman zaman 10 yıldan kısa süreler içinde yıkılıp daha yüksekleri inşa edilmektedir. Göç olgusu dalga dalga sürmekte; yeni yerleşim alanlarında yeni alt kültürler, yeni toplumsal kimlikler oluşmaktadır. Bu kimlikler birbiriyle ilişkiye geçmemekte ve yüzey yağ lekeleri gibi aynı yatay coğrafyayı ve benzer yerleşme -uyum-yaşama süreçlerini ve kurumlaşma modellerini paylaşmaktadır. Türkiye`nin yeni politik dinamiklerinin de en canlı biçimde geliştiği sosyal/mekansal platform budur.
Bu olgu, giderek zenginleşen kentte ve Türk kapitalizminin en gelişkin ortamını oluşturan İstanbul`da, üst ve alt kültürler, üst ve alt toplumsal yapılar arasındaki farklılaşmayı arttırmakta ve çok sayıda ara mekanizma, ara yapı da oluşmaktadır.
Kaynak: Dünya Kenti İstanbul / Habitat II / Atilla Yücel / S: 189-195