Dünyanın hemen her yerinde tarih boyu evlilik, aileler ve akraba grupları arasında bir ittifak oluşturmuş, evlenen çift daha geniş bir toplumsal çevrenin edilgin oyuncuları olarak kalmıştır. Evlilikler toplumsal ve ekonomik yeniden üretim amacına yönelmişlerdir. Aşk evliliği bireyin toplumdaki aile gruplarına karşı radikal bir karşı çıkışı olmuştur. Bu, dünyanın her yerinde böyle olmuştur.
Osmanlı toplumunda kadın ve erkeğin kendi istekleriyle ve sadece birbirlerine aşıksalar evlenmeleri gerektiği düşüncesi büyük bir düşünsel ve duygusal kargaşa yaratmıştır. Bu kargaşanın yanı sıra, yine de evliliğe ilişkin geleneksel beklentiler yeni kalıplar içinde yenilikçi çevrelerde bile geçerliliklerini sürdürdüler. Bunun nedeni ailelerin evlilik ve ev kurmanın toplumsal ve mali yükünü üstlenmede oynadıkları önemli rolü sürdürmeleriydi.
Aşk
Aşk da değişik kültür ve zamanlara göre değişik şekiller alıp değişik anlamlar kazanır. Yoğun biçimde anlamlarla yüklü olan aşk, sadece kadınla erkek arasındaki ilişkinin çok ötesinde bir şeydir. Aşk bir semboldür, belli başlı birçok sembol gibi toplumdaki bireyler açısından geniş bir duygusal yelpazeyi harekete geçirebilir.
Aşkın son dönem Osmanlı İstanbul’unda oynadığı rolü anlamak için öncelikle o dönemde ne anlam taşıdığını ve etkisini bilmek gerekir. Son dönem Osmanlı İstanbul’unun ekonomisi, toplum hayatı ve kültüründe hissedilen çalkantılar özellikle en küçük toplumsal kurum olan aile ve kadın-erkek arasındaki özel ilişkide yoğunlaştı. Aşk, eski adetlerin sorgulanması anlamında tayin edici bir rol oynuyor, bir yandan krizler doğuruyor diğer yandan da yeni eğilimlerin anlam kazanacağı daha geniş düşünce sistemlerine bağlayarak, bireylere yöneliş noktaları hazırlıyordu. Aynı zamanda, doğal olarak, tehdit edilen, küstürülen, çoğunlukla kendini ifade edememiş geleneksel değerlerin savunusu da mevcuttu.
19.yy ortalarından beri Fransız Devrimi’nin düşünceleri, özellikle de özgürlük (liberte) fikri, Osmanlı toplumunun okumuş kesiminde özel, kişisel ve aile yaşamı alanlarında etkili olmaya başladı. Aşk (amour) kişisel tutkunun ötesinde politik tutku anlamıyla bağdaştırıldı.
Aşk ve özgürlük, siyasal baskı yıllarında İstanbul’un entellektüel toplumunu saran düşünsel liberalizmle eleleydi.
Aşkın evcilleştirilmesi iki şekilde oldu. Aşk, Jön Türk ideologlarının, özellikle Gökalp’in elinde Jön Türk devriminin siyasal hedeflerine koşullandı. İlan-ı hürriyet olarak bilinen 1908 Jön Türk siyasal devrimi baskı ve mutlakiyete karşı özgürlük ve aklın zaferini ilan ediyor, aynı zamanda çelişkili bir biçimde, egemen siyasal sınıf tarafından yeni bir siyasal hedefe modern Türk ulusuna boyun eğen bir aşkı vurguluyordu. Aşk tutkusu, modern Osmanlıların 19.yy.dan beri İstanbul’daki popüler kaynaklardan öğrendikleri görünüşte apolitik olan Batılı çekirdek aile ideolojisi çerçevesinde rutine sokuluyordu.
19.yy sonunda aşk ve özgür evlilik konulu piyesler ve romanlar ortaya çıktılar. 1920’lerin ortalarına kadar Türk yazarlar en çok bu konuları işledi, bu yazarlar edebiyatı Türkiye’yi modern uygarlık yoluna sokmakta en önemli araç olarak görüyorlardı. Aile bu çerçevede merkezi önemdeydi. Bu tür edebiyat 1860’larda aşk ve özgürlüğün yüceltilmesiyle başlıyor ama 1920’lerde bu sefer aşk hıyanetin hizmetisi olarak görülüyordu. Altmış yıl içinde aşkın anlamı idealize edilmiş romantizmden toplumsal düzensizliğe geçmişti. Bu nasıl olmuştu?
1860’larda ileri görüşlü insanlar geleneksel evlilik tarzlarını eleştiriyorlardı. Bunlar için baskı ve gerikalmışlık bakımından aile, toplumun küçük bir modeliydi. Bir Genç Osmanlı düşünürü olan ve Paris’te eğitim gören Şinasi’nin 1860’da yazdığı Batı tarzında ilk Türk piyesi olan Şair Evlenmesi görücü usulü evliliği eleştirir. Piyeste modern düşünceli Müştak Bey aşıktır ve aşk evliliği yapmaya kararlıdır. Evlilik gecesi müstakbel gelin yerine ablasının konulduğunu keşfeder. Bu, geleneksel, aileci mahalle değerleri çerçevesinde başvurulmuş bir oyundur. Piyes Müştak Bey’in gerçek gelinle evlenmesiyle mutlu biter.
1860’larda İstanbul’da Fransızca’dan tercüme çok sayıda roman yayınlanmaya başladı. Önceleri erkekler daha sonraları kadınlar da okurlar arasına girdiler. Bunlar Avrupa uygarlığını izlemek hevesindeydiler. Batılı değerlere açık olan bu eğitimli kesimin yaşamında romanlar büyük etki yapıyordu. Yazar Hüseyin Cahit Yalçın Edebi Hatıralar’ında uyanışını her şeyden önce Fransız dil ve kültürüne bağlıyor. Ahmet Midhat’ın Bahtiyarlık eserinde Nusret Hanım aşık olmak isteyen modern fikirli bir kadındır ve şöyle betimlenir:”Yalnız gelin olmayı düşünmüyordu. Kocaya varmayı düşünüyordu. Bir kız kocaya varacağında varacağı adamın kim olduğunu da düşünür. Bunca romanlar okumuş... İşte Nusret Hanım dahi teehhülü düşünüyor ama böyle düşünüyor."
Yüzyıl dönümünden itibaren okur yazar orta sınıfın oluşmasıyla romanlar gazetelerde tefrika olarak çıkmaya, dolayısıyla daha yaygın bir şekilde okunmaya ve halk içinde daha da etkili olmaya başladılar. Roman ve diğer yayınların Osmanlı toplumundaki aşk idealinin yaygınlığı açısından etkisini değerlendirmek zor. Macfarlane, toplum üzerindeki bu tür etkileri önemsememe eğiliminde olup olaya ailenin evlilikte onayını almama gibi yönelişler besleyen İngiliz toplumsal yapısı noktasından bakmaktadır. Aksi eğilimden Türkiye için bahsetmek zor değildir.
Son dönem Osmanlı toplumunda artan farklılaşma, eğitimin özellikle kadınlar üzerindeki etkisi sonuçta nesiller arası çatışmaya varmış bu da egnçlerin evlilikte eşlerini seçme isteklerini güçlendirmişti. Bu bakımdan edebi yapıtlar insanların yaşamları üzerinde açıkça etkili oluyorlar, öte yandan bu alandaki sorunsal ve çatışmaları göz önüne seriyorlardı.
Türkçe’ye ilk olarak çevrilen eserler romantik öğeler taşıyorlardı. 1870’lerde Batılı tarzda yazılmış kısa Türkçe öyküler ve romanlar ortaya çıkmaya ve gazetelerde tefrika edilmeye başladı. Namık Kemal’e göre esnaf ve hizmetçiler bile bunları okuyor veya okuyanlardan dinliyorlardı. Ahmet Midhat’ın Letaif-i Rivayat, Emin Nihat’ın Musammeretname’si 1871’de yayınlanmaya başladı. Aynı yıl ilk Türk romanı olan Şemsettin Sami’nin Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat çıktı. Bu roman da diğerleri gibi görücü usulü evliliğe karşı aşk konusunu işliyordu. Birbirlerine aşık olup ailelerinin engelleriyle karşılaşan genç bir kadınla erkeği konu eden romanda görücü usulu evlilik yapan Fitnat intihar ediyordu.
Namık Kemal’in İntibah romanında ve diğer birçok romanda o dönemin sevgi objesi olan kadınlar gayrimüslimler, fahişeler, cariyeler vb. kadınlardı. Çünkü saygın ve genç bir Türk kızının aşık kadın olarak betimlenmesi oldukça zordu.
Kaynak: İstanbul Haneleri / Alan Duben – Cem Behar, İletişim Yayınları, 2. Baskı, 1998, sayfa:101-110