Ben İstanbul `Bizans`ı ile daha küçük yaşlarda tanıştım. Yüzeysel oldu bu tanışma çocukluk ortamı içinde. Rumelihisarı`nda bir komşumuz yoksul bir Rum ailesiydi. Biraz ileride ise bir Ermeni ailesi yaşıyordu.
Bayramlarda aileler birbirine ziyarete giderlerdi. Babam konuşamazsa da anlardı Rumca ve Ermenice. O zamanlar kozmopolit bir yaşam olduğunu sonradan anladım.
Ekmek karneyle veriliyordu. Para arslanın ağzındaydı. Hastalıklardan kırılıyorduk. Sıtmadan daha yeni kurtulmuştum. Hisar`ın dar sokakları içinde Ohannes adında yoksul bir kundura tamircisini de anımsıyorum.
Denize düşen ya da atlayan bir Rus denizcisini Boğaz`ın soğuk sularından çıkarıp soğumakta olan bir fırına koyarak kurtardıklarını anımsıyorum.
Bir başka komşumuz -bir Türk- ise tek başına yaşardı ve her gece balkonda kafayı çekerken radyosunda ‘‘Rumyos’’ların şarkılarını bulup geç saatlere kadar dinlerdi onları.
Ortaokulda oldu Bizans`la yüz yüze karşılaşmam ilk kez. Tarih öğretmenimiz Yerebatan Sarayı ile Kariye Camisi`ni gezip izlenimlerimizi yazmamızı istedi. Hiç duymamıştım bunları. Yerebatan Sarayı dev bir sarnıçtı Ayasofya yakınlarında. Öylesine görkemli olmalıydı ki burayı yere batmış bir saray diye algılayıp, bu adı takmışlardı.
‘Saray’’ sözü insana büyülü çağrışımlar getiriyordu. Oysa bunu ‘‘sarnıç’’a indirgeyince hiç böyle olmuyordu durum. Benim doğduğum ve büyükannemin sahibi olduğu Hisar Yokuşu`ndaki evin altında bir sarnıç olduğunu biliyordum. Bu sarnıca su toplanır, sonra çekilerek kullanılırdı.
Evin yakınında ise bir çeşme vardı oysa. Çeşmeden gelen, içme suyu gereksinimini karşılardı evin... Neyse bu evin altının bir bölümü sarnıçtı kocaman.
Büyükannem romatizma olunca, nedeni olarak bu sarnıç gösterildi. Ya bu sarnıcın yaydığı rutubet ya da Boğaz`ın nemli havası etkilemişti büyükannemi. O zamanlarda öyle diyorlardı. Aile içinde Atatürk`ün Trakya Manevraları`na katıldığı söylenen, onun gibi titiz giyinen ve her gün traş olmayı hiç ihmal etmeyen amcam götürdü beni Yerebatan Sarayı`na ve Kariye Camisi`ne. Yerebatan Sarayı hiç güzel gözükmedi gözüme.
Karanlık dehlizlerden geçip, merdivenlerden inerek önümüzü pek az görebildiğimiz sütunlu bir yeraltı gölüne ulaştık. Her yer pis pis, lağım gibi kokuyordu. Bir sandala binip sütunlar arasında dolaştık. Yukarıdan da sular damlıyordu.
Durum 16. yüzyılda, Latince adı Petrus Gyllius olan ünlü Fransız gezgininin gördüğünden farklı değildi hiç. Gyllius da kayıkla dolaşmıştı Yerebatan Sarayı`nı; 336 sütun bulunduğunu yazmış, üstelik burada balık bile avlandığını ileri sürmüştü. Üzerindeki evlerde oturanlar habersizdiler sarnıçtan, kuyulardan geldiğini sanıyorlardı kovalarla çektikleri suyun. (...)
ORHAN DURU
Kaynak: (Sanat Dünyamız 69-70. Bizans Özel Sayısı. 1998)