Antik çağdan Ortaçağ sonuna kadar şehirlerin kendilerini korumaları güçlü surlarla sağlanabiliyordu. Bu uzun tarih dilimi içinde Roma İmparatorluğu `Pax Romana` denilen düzeni kurarak çok geniş bir bölgeyi dış saldırılardan korumayı başarmış ve insanlar şehirlerde oldukça rahat yaşamışlardı. Ama onun da zayıflaması, şehirleri yeniden kendilerini savunacak tedbirler almak zorunda bıraktı.
Şehrin kurulacağı alanı seçerken birkaç temel ihtiyacı göz önüne almak gerekiyordu. Dünya ticaret trafiğinin çok fazla uzağına düşmemenin, bu arada deniz kenarında ya da denize yakın olmanın belirgin avantajları vardı. Aynı şekilde, tatlı su kaynaklarına yakın olmak da son derece önemliydi. Öte yandan, korunma ihtiyacı, çok zaman, bu ihtiyaçlarla çelişiyordu, çünkü ticaret yollarına yaklaştıkça, düşman orduların tehdit imkanı artıyordu.
Deniz kenarındaki şehirlerde, bir yarımadaya yerleşmek, oldukça geçerli bir çözüm olmuştur. Böylece, şehri üç yanından saran deniz doğal bir koruma sağlar, karaya bağlanan kıstak bölümüne de sağlam bir sur örülür. İstanbul bu bakımdan tipik bir şehirdir.Ama Byzas`ın kurduğu ilk İstanbul küçük bir şehirdi ve bugün `tarihi yarımada` dediğimiz bölgenin tamamını kaplaması söz konusu değildi.
Romalı Septimius Severus burayı zaptedince önce surları -ceza olarak- yıktırmış, sonra şehrin önemini farkederek yeniden yaptırmya karar vermişti. Ama onun surları da şehrin yalnızca doğu ucunu kapattı. Şimdiki Cağaloğlu Lisesi`nin yanındaki taş duvarın Severus surlarının kalıntısı olduğu ileri sürülmüştür. Bu, doğrusu hiç mümkün görünmüyor. Ama söz konusu surun yaklaşık buralardan geçtiği kabul edilebilir.
İstanbul`u Doğu Roma`nın başkenti olmak üzere yeniden inşa eden Büyük Constantinus bile bugünkü tarihi yarımadanın tamamını kullanmayı düşünmemişti. İstanbul`da, şimdiki Unkapanı Köprüsü`nün başladığı noktadan Yenikapı`ya bir vadi, bir çukur uzanır. Constantinus`un yaptırdığı surlar bu vadinin hemen batısında, Zeyrek- Horhor taraflarında uzanıyordu.
Roma İmparatorluğu fazla büyümüştü. İmparator, siyasi ve idari nedenlerle, bu muazzam alanın ikiye bölünmesine karar verdi. Bu durumda, doğuda, Roma`dan geri kalmayacak yeni bir başkent gerekiyordu.
Constantinus önce Troya`yı canlandırmayı düşündü. Klasik çağda Troya`nın, İlyada ile sürdürülen büyük bir prestiji vardı. Ama fiziksel olarak, İstanbul`un imkanlarına sahip değildi. İmparator herhalde bunun farkına varmış olacak ki İstanbul`da karar kıldı.
Constantinus, İ.S. 330`da Yeni Roma olacak yeni başkentinin kurdelesini kesmişti. Bunu şöyle bir paradoks izledi; yer seçiminde Constantinus uzak görüşlü davranmıştı; şehrin çok kısa zamanda büyümesi bunu kanıtladı. Öyle ki, 413`te 2. Teodosios zamanında, dördüncü, yani bugün varolan kara surlarının yapılması gerekti. Demek ki, Constantinus, suru yaptırdığı yeri seçmekte eşit derecede uzak görüşlü olamamıştı.
Askeri bakımdan en önemli olan yer bu kesimdi. Deniz başka antik şehirlerde olduğu gibi kenti koruyordu. Burada surla deniz arasında özellikle dar bir kıyı şeridi bırakıldığı için, gemiyle yaklaşmak, asker çıkarmak, merdiven dikmek hiç kolay değildi. Bizanslılar Haliç`in ağzını ayrıca bir zincirle kapatıyor, gemilerin oradan içeri girmesini önlüyorlardı. Onun için de Haliç ve Marmara kıyıları boyunca surların çok güçlü olması için çalışmadılar, tek duvarla yetindiler.
Ama kara surları hiç böyle değildi. Burada saldırıya hazırlanan düşman önce on metre kadar derinliği, yirmi metre kadar da genişliği olan bir hendekle karşılaşıyordu. Hendeğin arkasında birkaç metrelik ilk duvar vardı. Bunu aşınca dış surlara geliyordu; kalınlığı iki metre, yüksekliği sekiz buçuk metre olan bir sur duvarı. Dış duvarda 96 burç yapılmıştı. Bunlar genellikle dört köşeli kulelerdi. İç ve dış duvar arasında `peribolos` denilen, 15 - 20 metre genişlikte bir mesafe kalıyordu.
İç duvarın kalınlığı beş metre, yüksekliği on iki metreydi. Yirmi metreyi bulan 96 burç da burada dikilmişti. Bu kulelerin alt ve üst katları arasında bağlantı yoktu. Zemindekiler depo veya koğuş olarak kullanılıyor, üst kata surdan geçiliyordu.Surlarda birçok kapı vardı ve bunlar ikiye ayrılıyordu: kamusal kapılar, askeri kapılar. Birinciler, barış zamanında halkın girip çıktığı şehir kapılarıydı; ikinciler dışarı geçit vermeyen, kuşatma sırasında askerlerin sura yayılmak için kullandığı kapılardı. Dethier, Teodosios`un bu surlarda sekiz Got cohort`unu ( Roma ordusunda, bir legion`un onda birini oluşturan, beş altı yüz kişilik birlik) görevlendirdiğini, bunun için de sekiz askeri kapı yapıldığını ileri sürer.
`Deuteron` , `Triton` , `Hebdomon` gibi sayı belirten kapı adlarıyla bu iddiasını destekler. Ona göre yedi tane de sivil ya da kamusal kapuı vardır. Şehrin giriş ve çıkışını saptayan bu kamusal kapılar tarih boyunca güzergah belirleyerek önemli bir rol oynadılar.
Kara surlarını, bugün gördüğümüz haliyle Teodosios yaptırırken işin başında Vali Antemios vardı. Daha sonra, tam da Attila`nın orduları şehre yaklaşırken, bir depremde bu surların büyük kısmı yıkıldı. O zaman, Vali Cyrius Konstantinus yıkılan surları onardığı gibi, dış kaleyi de yaptırdı. Mavi, yeşil, kırmızı ve beyazlar bu faaliyette canla başla yer aldılar. İki ayda surlar tamamlandı ve Attila Konstantinopolis`i kuşatmaktan vazgeçerek batıya gitti.Sonuç olarak, fazla benzeri olmayan, son derece sağlam ve dayanıklı surlardı bunlar. Nitekim, bim yılı aşan bir süre boyunca İstanbul surları pek çok kere kuşatıldığı halde yalnızca iki kez aşılabildi: 1204 Latin işgali ve 1453.
Kaynak: İstanbul Gezi Rehberi, Murat Belge, say.39 - 42, Tarih Vakfı