Eski günlerde. Eski İstanbul`un birçok semtlerinde, hatta caddelerinde, sokaklarında çalımlarından geçilmeyen bir takım mahluklar vardı; bunlara, kopuk, külhanbeyli, tosun, kabadayı, bıçkın, ene gibi adlar verilirdi. Ve bunların çoğu ne yaptıklarını bilmez, nereye gittiklerini farketmez birer serseriydi.
Birer çamur, birer çirkef... Ey bunların arasında insan adamlar, kendini bilen yok muydu? Çok. Külhabeyli vardı, tam manasıyla efendiydi. Kopuk vardı gerçekten beydi. Kabadayılar gördük tosunlar gördük. Bu isimleri boşuna almamışlardı. Tuttuklarını koparırlar, karakoncolosdan yılmazlar, can yakmazlar, mazlumu, masumu, hatta mağlubu korurlardı. Zemin ve zaman müsait olursa bunlardan da birkaç satır ekleriz bu yazılara.
Ben şimdi burada o devrin tatlısu kabadayılarından, kurusıkı kopuklarından bir örnek vereceğim, tanınmış bir örnek. Vidinli Ali! Artık izi, hayali kalmayan o günlerin benzer tipleri hakkında bir fikir vermeye kifayet eder.
Kafasında sıfır numara, vişne çürüğü bir fes. Bir fes ki, ortası yar tekmesi biçiminde kırılmış. Püskül de bu kıvrımın üstüne, etrafına serpilmiş. Arkasında siyah ve kaba tüylü çuhadan bir ceket. Bu ceketin düğmeli kol kapakları tersine bükülmüş. İçindeki al kadifelerin gölgesi kuru ellerin üstüne dökülmüş. Bacaklarındaki pantolonun paçaları çaprazlama yandan düğmeli ve alabildiğine açık. İçlerine de yine al veya mor kadifeden birer astar çekilmiş. Ayaklarında yumurta ökçeli bir çift siyah iskarpin. Yelek de çapraz düğmeli ve kapaklı.
Belinden ta gırtlağına kadar beyaz bir yün kuşak sarılı, trablus. Kimbilir bu kuşak ne kadar uzun, ne kadar uzun ki yeleğin hem altından görünür, hem üstünden. Başın kaküllerle, kaküllü saçlarla örtülü yukarı parçası sola eğri. Sivri bir çene ile biten alt parçası da gerdan kırarak sağa ve öne eğilmiş. Fakat bu duruma uyabilmek için omuzlar da ileri geri çarpık. Kollar bütün vücud azasına bir gerginlik vererek kabarık!
Ne manzara, ne levha, ne biçim, ne adam müsveddesi ki unutulmaz. Herif hind horozu gibi bir şey. Yüzünde karışık, buruşuk çizgiler. Kaşlarında yalancı çatıklık. Gözlerinde uydurma bir süzüklük. Dişler kilitli. Ağız kenetli. Saçların ocak maşası ile yaka yaka kıvrılmış uydurma kakülleri şakaklardan dökülmüş, salkım saçak. İri siyah gözleri iğreti bir gazabla kaldırım taşlarına mıhlı gidiyordu.
Nereye? Dağ devirmeye mi, çam devirmeye mi? Lahana kesmeye mi? Haseki`ye mi? Kavağa mı gidiyordu? Fakat nereye gittiğini kendi de bilmiyordu, gidiyordu. İşte o kadar. Artık bunun ötesi yok. Laf istemez. İstemez dedik a! Gerçek sormak da olamazdı. Haddin varsa sor. Yahut kendine güveniyorsa biri sorsun:
-Hey arkadaş, nereye?
Dedin mi, diyebildin mi? Arkası duman. Hoş sormaya da lüzum yok. şeytan şaşırtmasın. Yanılıp da göz ucu ile, kaş ağzı ile baktın mı? İşin bitik!... El edip saldırmaya asılacak. Yallah edip kol, kanat, bacak ayıracak.
Herif dökecek, saçacak, içecek kan arıyor. Hani meseleyi marizle geçiştirse eyvallah! Fakat öyle değil, böyle. Önünden kaçamazsın. o ne vahşi durum, ne haşin kurum? "Kuş uçurtmam" diyor. Şu halde fare deliği da para etmez.
Bu ejderhanın önünden kim kaçabilir? Elinden kim kurtulabilir? Omuzdan asılmış saldırmanın boyu kalçasına kadar uzanmış. Kınının ucundaki beyaz gümüş düğme ceketin altından gözüküyor ve görenleri tiril, tiril titretiyor!
İşte bu sözüm ona kestiği kestik., biçtiği biçtik kopuğa, bu tosun kırığına Vidinli Ali derlerdi o günlerde. Ve o günlerin paçavralarındandı. Artık bu kopuk kırığı, bu kırık kopuk, bu kime dedik ne dedikle Üsküdar çarşısındayız. Sevgili okuyucu. Memleketin tosunluk, kabadayılık, külhanbeylik devresi. Yıl, bin üç yüz on bir, on iki... Evet bıçkınlık devresi.
Hafiyelik devresi. Yangın devresi, istibdat devresi, isyan devresi, açlık ve susuzluk devresi, kabakçılık devresi, çanmaktan çöplenme devresi, sürgün devresi, Bekirağa Bölüğü devresi, Hasan Paşa Karakolu devresi, Taşkışla devresi, damatlar devresi, eski edebiyat yeni edebiyat devresi, aruz hece devresi, yeni edebiyat-ı cedide devresi, Meşrutiyet devresi, hürriyet kahramanları devresi, Frc`ri ati devresi, Yedi Meşaleciler edvresi, Dekadanlar, top atanlar devresi, vurgun, anafor, ihtikar, istif devresi...
Kopukluk, külhanlık, tosunluk günlerinin belli başlı kahramanlık eserleri kabadayılık şekilleri, raconları afileri, fiyakaları adamına göre şunlardı:
Elini kesip bağlamak, cakalı boyun kırmak, omuz vurmak, dirsek çarpmak, çoluk çocuğa laf atmak, kadınlara, kızlara sarkıntılık etmek, cam taşlamak, kadeh kırmak, horoz dövüştürmek, koç çarpıştırmak, kuşkazlık etmek, tulumba sandıklarında omuzdaşlık etmek, meyhanelerde masa devirmek, zilzurna sarhoş olup nara atmak, herhalde bir iki defa hapse girip çıkmak, sustalı, kama, bıçaki hançer, saldırma, tabanca, muşta, usturpa taşımak, kabara kabara gezmek, çevresini keskin gözlerle kesmek. Çalgılı kahvelerde daha bıçkın görünmek hülyasıyla çeşit çeşit maskara biçimlere girmek, karma karışık çin harflerine benzemek, ikide birde hakiki tosunlardan dayak yemek.
Ahaba:
-İmanım!
Esnafa:
-Eyvallah!
Yan bakana:
-Yakarım!
Önden geçene:
-Yandan gel!
Kola çarpana:
-Araba mısın be tekerlek!
Demek ve bunları yapmakla, demekle bütün tosunluk göklerinin üstüne çıktım; kopukluk alemini şaşkınlıklar içinde bıraktım sanmak!...
Çalgılı kahvelerde zurna, klarnet, çiftenara, darbuka, zilimaşa, saz, bağlama ile mani, koşma, divan, semai okumak, okurken hır çıkarmak, alt alta, üst üste dalaşmak. Bu da, o devir içinde bir devirdi. İstanbul hayatının acı tatlı fakat kesin olarak çapraşık bir faslıydı. Sokaklarda bu serserilerin, bu külhanbeylerin afisinden geçilmezdi.
Kırmızı, sarı, mor, yeşil uçurtma kağıtlarından yapılmış zincirler, çiçekler, bayraklarla süslü kahvelerde, koğuşlarda bu ipi kırıkların çalımından durulmazdı.
Ara sıra büsbütün itleşip köşe başlarında mektep çocuklarını mı çevirmezlerdi? Kahvelerde iskemlelerle lambaları mı alaşağı etmezlerdi? Mendillere taş doldurup sapan gibi savurarak ev mi taşlamazla, cam, çerçeve mi kırmazlardı? Hele bayram geceleri ve hele donanma geceleri içip içip fitil mi olmazlar, caddelerde:
-Var mı bize yan bakan? Yandan gel!... Küppp kapakları!... Araba mısın tekerlek!...
Gibi saçmalar, can yırtıcı, kulak paralayıcı naralar mı atmazlardı?
Masa başlarında:
-Ah, yaktın beni!... Yaktın!...
Feryatlarıyla, yanıklıklarıyla Mecnunluk mu, Keremlik mi, Ferhadlık mı taslamazlar, coşup coşup kadeh, bardak, şişe mi kırmazlar, ellerini mi parçalamazlardı?
Hey gidi kopuklar, hey gidi tosun müsveddeleri, hey gidi günler hey!
Kaynak: Sadri Sema / Eski İstanbul`dan Hatıralar / İletişim Yayınları / S:49-55