İşte Vidinli Ali o günlerin bozuk düzen tiplerindendi. O günlerde ki:
Katip bağa gider kenaldı da bir yağmur, / Katip benim ben katibin el ne karışır? / Rastık kaşında. / Yazma başında, / On dört yaşında, / Vay küçük hanım!
Hamamın kapısı vuruldu / İçeriye meclis kuruldu / Ayol, ayol al beni, / Al da sinene sar beni!
Kara tavuk tepeli, / Kukaları küpeli, / Bana evlen diyorlar, / Şimdi kızlar şüpheli
Türküleri çoluk çocuk, kadın erkek herkesin ağzındaydı. Üsküdar`ın geceli gündüzlü açık ve işlek bir çarşısı vardı. Vapur iskelesinden Yeniçeşme`ye kadar uzanan, oradan iki kola ayrılarak bir yandan Ahnediye, Kepçedede yoluyla Paşakapısı`na, bir yandan Tabutçular içi, Kızlarağası yoluyla Toptaşı`na kadar uzanan bu çarşıya Üsküdarlılar "Çarşıboyu" adını vermişlerdi. Burada gece gündüz ses kesilmez, kalabalık eksilmez, alışveriş durmazdı. O tarihlerde İstanbul`un belki hiçbir semtinden böyle canlı, gürültülü ve alabildiğine uzanıp bitmeyen bir çarşısı daha yok gibiydi.
Yeniçeşme`de bir mescit, önünde ortada bir çeşme, daha aşağıda iki taraflı dükkanlar. Sağda bir çıkmaz sokağın başında da Rumelili Mümin isminde birinin kahvesi. Çırağı Salim. Bu kahve o zamanlar Selimiye kışlasındaki askerlerin toplanma yeri olurdu.
Kahvenin içinde peykelere, dışında asma çardaklarının altında arkalıksız iskemlelere otururlar, tatlı tatlı yarenlik ederlerdi. Bunlara, bu Türk cevherlerine bayılırdım. Bu arslanlar ki yurdun ruhundan birer inci damlası idiler. Bu dilaverlere, bu merd, bu ercümend kahramanlara hayran hayran bakardım. Üçer beşer biraraya gelip konuşmaları, gülüşmeleri, şakalaşmaları, tütün, kahve, çay, nargile içmeleri benim için örneği bulunmaz ve temaşasına doyulmaz levhalardandı, ulvi levhalardan. İşte şimdi yetmişine merdiven dayamış bir ihtiyar olduğum halde, bu kırık dökük satırları yazarken yine o sevimli manzaraların karşısındayım.
Bir gün orada, bu, yürekleri temiz, ruhları berrak insanların yanındayım. Hiç unutmam. Ahmediye`den doğru bir fakir kadın cenazesi geliyordu. Tabut, eski püskü, mavili, siyahlı örtülere sarılmış, baş tarafına da soluk bir yemeni parçsı örtülmüştü. Çevresinde de yirmi otuz kişilik bir cemaat, bir cemaat ki o zamana göre pek az bir şey demekti. Halbuki daha sonraki yıllarda ve devirlerde hatta büyük kıymetlerden bazılarının cenazelerinde bu kalabalığın, belki yarısını da bulamadığımız günler oldu, kimsesizlerin tabutları ise üç beş kişilik bir kafile bulabildilerse mezara güle güle gittiler... Hoş kefen bile bulamayanlar da oldu ya...
Neyse. Bu fakir kadın cenazesi gelirken kahvede oturan askerler ayak seslerini işittiler, döndüler. O hüzünlü ahiret muhmelini, ölüm kervanını görünce kahvelerini, çubuklarını, nargilelerini bıraktılar. Hep birden ayağa kalktılar. Bir fakir tabut, bu saf askerciklerin, Mehmetçiklerin pırlanta yüreklerini sarsmıştı.
Cenazenin yetim hali, melul görüşü, onların bembeyaz ruhlarında derin akisler yapmış, teesürler yakmıştı. Tabut ve kalabalık önlerinden geçinceye kadar engin bir ihtiramla ayakta durdular, selamladılar. Geçtikten sonra da ulvi bir istek, semavi bir iştiyakla koşuştular, bu cenazenin kalabalığına karıştılar.
Birbirleriyle dini bir yarışa girişmişler gibi, artık Tanrının huzuruna koşan, edebiyete uçan cenazeyi her taraftan sardılar, tabutun kollarına atıldılar, gittiler. Bu ne kadar lekesiz, ne kadar derin bir iman ve itimat levhasıydı?
işte tam bu sırada Vidinli Ali bir taraftan peydah oldu.
Kolların, paçaların ters çevrilmiş yırtmaçlarından içlerindeki al kadifeler görünüyor. Omuzlar kabarık. boyun leylek gibi, deve gibi, devekuşu gibi uzamış. Vücut çarpık çurpuk Vidinli Ali. Dünyaya yabancı. Benim! deyip gidiyordu. Caddeyi tutmuştu, gidiyordu. Ne gidiştir bu ki rüzgarı dondurur. Hele ne kabadayılıktır, ne tosunluktur, ne bıçkınlıktır, Üsküdar çarşısından güpegündüz bir top arabası geçsin. Zırhlı olsa devirecekti sanki.
Bana öyle geldi ki herif hemen saldırmayı çekecek berikinin kafasını uçuracak, tabancayı çıkaracak ötekinin beynin patlatacak...
İşte herkes bu fakir kadının cenazesinin, o hazin kervanın hüznüyle kahrolurken bizim Vidinli Ali ne bu askerlere baktı, ne de o yetim tabuta. Şimdi yüzlerce askerin omuzlarında, kırmızı fesleri üstünde, başları üzerinde nur dalgalarla yükselen, gelip geçen halkı sükot ve huşua, teessür ve ihtirama atan tabuta bakmadı bile. Arkasını döndü, yürüdü, geçti, Kopukluk bu. Laf değil, boru değil. İmanım, kardeşim kopukluk!...
Herif taştan bir baş, kayadan bir yürek gidiyordu, kabara kabara, omuzlarını, kollarını kabarta kabarta bir çalım, bir caka caddeyi tutmuş gidiyordu. Cenaze neymiş, ölüm nedir be? Bunlarla uğraşacak vakti mi var? Söylediğim gibi, ne haddine önüne bir top arabası çıksın. Bir tekmede devirecekti sanki, zırhlı olsa yakacaktı sanki.
Vidinli Ali birdenbire sarsıldı. orada Mehmet Çavuş isminde bir Kadayıfçı var. Vidinli`nin soğuk çalımından, cenazeye karşı kayıtsızlığından sinirlenmiş. Fırladı dükkanından. Ali`nin ensesine yapıştı, suratına da:
-Şarrrk!... Şarrrk!...
İki tokat yapıştırdı.
Sandık ki Vidinli saldırmaya yapışacak, Mehmet Çavuşu cansız yere serecek.
Mehmet Çavuş gürledi:
-Ulan utanmaz herif! Ölüye de mi saygın yok... Çalımın kime? Kır boynunu teres! Şuradan bir odun yakalar, şimdi kafanı patlatırım... Hem buradan düzgün geçeceksin. Yoksa düzeltirim çarpık omuzlarını...
Vidinli li, kopuk mesveddesi, gık bile demedi, diyemedi, yutkundu. Bu iki tokatla, şu küfürler kısmetinde varmış ki kaşığında çıktı. Evet, bizim kurusıkı tosun başını eğdi, yürüdü süklüm püklüm.
Anlaşıldı ki herif yalınkat. Cakası, çalımı, kesip biçmesi, atıp tuması sabun köpüğü... Şu suretle ipliği pazara çıktı.
Bu sözlerin Vidinli Ali`ye, Vidinli Ali çapındaki kurusıkı serserilere aittir, onların sözüm ona yabana kopukluklarına, tulumbacılıklarına, kabadayılıklarına... Bu tipler yurtta birer dikendi. İnkılap, harp, ihtilal fırtınaları arasında çok şükür hemen hepsi ortadan silindi, tükendi.
Yoksa kopukların arasında da, tulumbacılarda da, p devirlerin kabadayı yaşayanları içinde de çok mert, çok yiğit varlıklar gelip geçmiştir. Vidinli Ali tipleri, söylediğim gibi burada diken gibi şeylerdi. Fakat her çevrede görünürler, her işe burunlarını sokarlar, her yerde de sağın solun sarakasına uğrarlar ve sık sık dayak da yerlerdi. Vidinli Ali, şair Remzi Baba`nın diyarında örneklerine ipi kırık adı verilen çeşitlerden bir şey. Varsın bu kırk anbarda o da bulunsun.
Kaynak: Sadri Sema / Eski İstanbul`dan Hatıralar / İletişim Yayınları / S:49-55