Sohbetler Kurulur
Yüksel Hanım evlerinin içini şöyle anımsıyor:
Evlerde her katta bir, en fazla iki oda. Ve tek tuvalet, tek mutfak. Evimizde kapıdan girince, kırmızı malta taşı döşeli bir taşlık. Ve sokağa açılan, karınlı demirli cumbası olan bir pencere. Oradan küçücük bir basamakla mutfağa girilir. Mutfakta, bileziği kapağı olan bir kuyu. Bir de maltız. Bir de tel dolap. Kuyuya sepetle et sallandırılır. Yemek tabi çok dayanamıyor, hangisinde güneş yoksa, o pencereden o pencereye taşınıyor. Tahta merdivenle bir kat çıkıyorsunuz, karşılıklı iki oda. Biri arkaya bakıyor, yine bostan, yine tren, ama deniz görüyor. Tekrar yukarıya çıkıyorsunuz, küçük bir aralık, onun arkası da kocaman bir teras. Çamaşırlar kuruyor. Akar su bizim evde vari öbür evlerde yok. Sakalar bir değneğin ucunda iki gaz tenekesiyle çamaşıra çeşmeden su taşır. Kiramız 3 lira ve ev sahibimiz, sahneye çıkıp komedi oynayan Müslüman bir hanım. En baştaki Madam teyzenin oğlu Artin, sabah erkeden gider işe. Arabacılar da gider. Öbür kadınların erkeği yok zaten. Parayı pantalon düğmesi dikip, bebek patiği örerek kendileri kazanıyorlar. Çuvallarla asker için dikilecek tozluklar, iç çamaşırları gelir. Bu torbalar yollanırken, en yoksulu bile içine bir çift fazla eldiven koyar kendi örüp. Çok yoksul yılları Türkiye`nin. Bir ayakkabıya üç defa pençe yaptırıp giyilir. İkinci Dünya Savaşı gelmiş çatmış, askere gidiyor her eşey. Ama sokakta yoksul çocuğu ayrımını görmedim. Sanki herkes aynı durumdaymışçasına güzel bir dostluk, sıcak bir sevgi var. Ama tabi bilinir. Savaş yıllarında benim karnemle anneannemin karnesi, ekmek gereksinimi daha fazla olan bahçıvan komşularımıza verilir. Bulgar komşumuz Elisave Hanım teyze, kocası ve erkek kardeşiyle bostanda çalışır. Bostanın en büyük özelliği, sırık domatesleri. Kabukları zar kadar ince, koskocaman , bıçağı vurduğunuzda mis gibi domates kokar. Ve ünlü Langa salatalıkları. Çengelköyü salatalığının tersine, 25-30 santim uzunluğunda, ama dar ve çekirdeksiz. Bahçenin içinde demiryoluna yakın kocaman bir bostan kuyusu, sürekli beygir döner, su çeker. Öğlen gidilir, soğanlar bağlanırken sohbet edilir. Yazın akşam yemeğinden sonra herkes süpürgesini alır, sokağı sular. kapıdan kapıya giden çöpler, bir gaz tenekesinde toplanır, sokak mis gibi olur. İskemlesini alan sokağa çıkar. Elisave teyze mandolin çalar, sesi güzel olanlar söyler. Sohbetler kurulur, biz çocuklar da ortalıkta cavul cavul oynarız.
Sokağım Odam Gibi Rahat
"Ben kendi sokağıma saptığım vakit odama girmişçesine rahat olurdum. O dünyayı hiç unutamıyorum. Hala öyle bir dünya kurmaya çalışıyorum" diyen Yüksel Hanım, evinde ve mahallesinde güvenli ve sıcak bir ortamda büyür. Yüksel Hanım`ın anılarını, evinde büyüdüğü ve bir önceki kuşağı temsil eden dayısı, çevirmen Hasan Ali Ediz`in Mehmet Seyda`ya anlattıklarıyla karşılaştırdığımızda, aynı aileden ama değişik kuşaktan bu iki insanın İstanbul`a bakışlarının farkını görüyoruz. Bakış açılarını farklı kılan, yetiştikleri farklı ortam ve bu ortamı yaratan mahalleler, evler ve insanlar. 1904 Prikoy doğumlu, çocukluğu Balkanlar`da kaybedilen topraklardan göç ederek geçen Hasan Ali Ediz, savaşlar çağının çocuğu. Anılarını Mehmet Seyda`ya şöyle anlatır:
Ben herkesin sefertasıyla oturduğu masaya oturamıyorum, ekmek zeytinimi bir köşede gizlice yiyorum. Babamın yolladığı beş lirayı dört gözle beklerken, han üstüne han, apartman üstüne apartman kuranları çok görmüş, duvara atsan duvarda oyun açacak süpürge tohumundan ekmeği gevelemiştik. Babamın eskileri tornistan edilerek bana giydiriliyor, alabildiğine sıkıntıya düşmüş mahallemizin sokaklarında, atlı arabalı, bir giydiğini bir daha giymez beyler, hanımlar geçiyordu.
Savaş ve işgal yıllarının İstanbul`unda eşitsizliklere dikkat çeken Hasan Ali Ediz`in İstanbul`a bakışı, kuşağını yansıtıyor. Onun çocukluğunda hiçbir zaman bir Atmaca Sokağı olmamış.
Yüksel Hanım, 25 yaşında gelin olduğu 1953`ten sonra, bir daha çocukluğunun sokağına dönmedi. 1997`nin Ağustos ayında, bizimle birlikte geçmişinin izini sürmek için büyüdüğü sokağı aradı. Sokak duruyordu gerçi, ama "onun sokağı" olmaktan çıkmıştı. Ahşap evler, bostanlar, madam teyzeler kayıplara karışmıştı. Çevreyi araba tamir atölyeleri, keresteciler doldurmuştu. Eski evi yerinde durmakla beraber, büyütülmüş, değiştirilmişti. Sokak daha fakirleşmişti. Ama eskiden nasıl Rumeli göçmenleri yerleştiyse buraya, bugün de Mardin`den göçen aileler gelmişti. Üzüldü Yüksel Hanım. "Yumruk yemiş gibi oldum. Değişeceğini biliyordum. Ama keşke, güzel olsaydı" diyor. Yüzyıllardır yoksul aileleri barındıran Atmaca Sokağı`nda bugün, modern zamanların savaş ve göçleriyle buraya savrulmuş, yaşam mücadelesi veren anneler, babalar, çocuklar var. Bizans`tan kalma İstanbul`da sanki her şey değiştikçe aynı kalıyor.
Kaynak: İstanbul`da Hatırlamak ve Unutmak / Leyla Neyzi / Tarih Vakfı Yurt Yayınları / S: 150