Gelelim kokonolara: Onlar da hadsiz hesapsız. Bunların gene en çoğu Rum, geri kalanı da Ermeni, Yahudi, Lehli, Romanyalı, Hırvat, Sırp, Bulgar... Mevsim daha kış sonu olduğu halde sırtlarında göğüsleri açık, al, mavi, yeşil, sarı fistanlar. Temizce giyimlileri Beyoğlu yan sokaklarının malları. Soluk, buruşuk, lekelere mülemma elbiselileri de Büyük Ziba, Küçük Ziba, Büyük Kırlangıç, Küçük Kırlangıç, macardakiler....
(...) O gün sabahtan akşama kadar, gene en başta Rumlar gelmek üzere, İstanbul halkının orta ve aşağı tabaka gezici tozucu kısmı Tatavla`yı boylardı.
Limonia gazinosu, Sinemköy mezarlığı, Aya Atanaş kilisesi, Aya Dimitri kilisesinin çevrelediği gepgeniş sahaya her istikametten ardarda kafileler oraya akında. Tatavla, Pangaltı, Taksim, Tarlabaşı`ndan aşağı sapan dik, daraş, karanlık sokaklardan Dolapdere Caddesi`ne vurup gene eğri böğrü, uçurum gibi sarp, kasvetli sokaklardan haydi oraya.
Yolda giderken ne alaylar, ne curcunalar, maskara kılığında, zurnalı, çifte naralı, lâternalı, mandolin gitaralı kafileler.
Tuhaflıkları, soytarılıkları tutturanlar; durup durup oynayanlar; polkaya kalkışanlar; kasap havasiyle omuz omuza horaya girişenler. Gene ayı, eşek, öküz postuna sarılı homurdananlar, anıranlar, böğürenler mi istersin? Mum sandığı ve fasulya yemeğinden tulumba kaldıranlar mı? Bacası soba borusundan, direkleri süpürge sırığından, tekerlekler üstüne oturtulmuş mahut vapurla, düt düt!.. düdük öttüre öttüre, paçavraları sallaya sallaya geçenler mi? Daha neler de neler...
Panayır yerine varıldı mı meyhanelere, kahvelere üşüşülürdü. Hiç birinde iğne atsan yere düşmez. Kenarına ilişilecek peyke, iskemle bulunmaz; meyhanecilerin, kahvecilerin öteden beriden bulup yerlere yaydıkları lime lime hasır, muşamba parçalarının çökülecek bir köşeciği bile kalmazdı.
(...) İkindiden sonra ortalık artık en civcivli, en neşeli hali alırdı. Zurna, kıranete, lâterna, Rum çalgısı, davul, darbuka, tef, zillimaşa, kemane, armonik, gayda, çığırtma sesleri birbirine karışarak gürülütüyü basar, kokonalar içkiden fitil gibi olmuş, yüzlerindeki maskeleri çıkarıp atar; erkekler zil zurna, una bulanmış, karalar, kırmızılar sürülmüş suratlarından zırıl zırıl akan terleri kolun yeni, eteğin ucuyle sile sile, takma bıyığı, sakalı, perukayı da fırlatarak kim olduklarını belli ederlerdi.
Alabildiğine ikitelli, köçek, polga oynanıyor, hora tepilip hoplanıyor, zıplanıyor ve mütemadiyen de içki çekilerek islim tazeleniyor ya; bir taraftan da hiç durmadan kör boğaza abur cubur tıkılmada. Zira seyyar satıcıların bini bir paraya. Onlar da işportalarında, tablalarında, küfelerindekileri lâhzada tüketip ve hemen koşup yeniden doldurmak için kim bilir tazelerle mekik dokumadalar.
Ticaret erbabı, dükkân tezgâh sahibi, oldukça kalantor fakat hovarda çorbacılardan; Kapalıçarşı`da kuyumcu, basmacı, manifaturacı gibi paralı ahbarlardan da ‘‘Keyif bu keyif’’ deyip, maskara kılığına girerek, Tatavla panayırına gelenler çok olurdu.
İstanbul yakalı külhanbeyler, omuzdaşlar, uçarı kalem kâtipleri, eni konu efendi, bey halli kimselerden, hattâ imam mimam, tekkede derviş merviş, şaklaban mizaç sarıklı ve cübbelilerden de merak sevkile, zevk ve eğlence için kılık kıyafet değiştirerek maskaralar arasına katılanlar, vur patlasın çal oynasınlara karışanlar eksik değil.(...)
SERMET MUHTAR ALUS
Kaynak: (İstanbul Yazıları, İBBKİDBY, 1994 / 19 Şubat 1944)