Sarayburnu`na tepeden bakan, Karadeniz`den, Marmara`dan gelen gemileri, Anadolu`dan gelen kervanları karşılayan, yüksek duvarların çevrelediği Osmanlı`nın Taş Otağı. Kapı ardında avlu, avlu içinde kapı.
Ancak iki kapı geçtikten sonra bayramlaşma törenlerinin yapıldığı, bizim için az sonra önemi anlaşılacak avluya erişilir. Çok mu acele ettik ne! Sultanahmet ve Ayasofya`nın gölgelerinden geçmeden nereye gidiyoruz! Sultanlar, vezirler, eski imparatorlukların elçileri de aynı yollardan geçerek girmişlerdi Topkapı Sarayı`na. Zamanında muhafızlarca korunan, değil geçmek, yaklaşmanın bile mümkün olmadığı kapılardan şimdilerde koskocaman otobüsler geçiriliyor. Kenarlarında oluşan yontular, kırıklar işte bu vurdumduymazlığın eseri. Turistler yorulmasınlar diye, neredeyse Arz Odası veya Hazine`nin içerisine, Harem Dairesi`ne otobüsle götürülecekler. Bir gün biri çıkar da, Bab-ı Hümayun`dan metal yığınlarının geçirilmesini engeller diye umalım biz.
Bu arada bunları düşünürken, yaya olarak yolumuza devam edelim. Bab-ı Humayunu geçtikten sonra koskocaman Alay Meydanı`nda kendini daha çok hissettirir Saray. Ağaçlar arasından çift kuleli orta kapıyı, yani Babüsselam`ı da geçtiğinizde zamanımızın dünyasından soyutlanıp, tarihin hikayelerini yaşamaya başlarsınız. Tarih kitaplarında anlatılan savaşları, anlaşmaları unutup, Sultanların, Vezirlerin, Harem`deki hanımların yaşamlarına yönlendirirsiniz düşüncelerinizi.
Harem`in sayılı kişilere açık kapılarının ardında libidosunun esiri olmuş Hükümdarları, mutsuz ölen Şehzadeleri, Cariyeleri, hırsın komutasındaki aşkları, gönül zaferlerini ve yenilgilerini düşünmeye başlarsınız. Şüphe yok ki, Harem`in Kulesi`nin gölgeleri uzadıkça, İstanbul`a serilen gece, birikmiş sarılışlara, dudakların buluşmasına, vücutların en zevk dolu devinimlerine kucak açardı. İkinci yarısında ter dökmüş ve yorulmuş tenler, ipek atlaslar, kuş tüyü yastıklar ve loş kandillerin yandığı odalarda deriiiin uykulara dalarlardı. Kendi aşığına kavuşamamanın, başka kollarda tüketilmenin hüznünü yaşayan cariyelerin gözleri, güneşi çoğu zaman açık karşılamıştır.
O mutsuz kadınlardan biri, ona hayatını çıracılıktan kazanan ilk aşkının son buluşmalarında verdiği olgun kara inciri kurutup, her yerini diktiği yusyuvarlak, top gibi kesesinde saklamış yıllarca. Zaman geçtikçe incir, cariyenin hüznüne, sevdiği erkeğe açılan rüyalarına, Sultana gönülsüz teslim oluşuna şahitlik etmiş. Cariye solmuş, incir çürümüş böylece.
Son olarak, cariyenin kendini azrailin kollarına bırakması ile, dünyada çektiği ilk ve tek aşkına özlem ve bu yüzden çektiği acılar da son bulmuş. Kesesi de bir çocuğun oyuncağı olmuş. Sarayın ikinci avlusunda bir çocuğun elinden, diğer çocuğun eline atılırken, olgun bir çam ağacının iki ana dalının arasındaki çatlağa kaçıvermiş. Keseyi çürüten yağmurlar, incirin bir çekirdeğindeki canı uyandırmış. Çekirdekten çıkan incir fidanı, çamın gövdesine köklerini salmış ve büyümüş. Sarayın bahçesinde o güne kadar kimse incir fidanı görmemiş, zaten incirin ocağa dikilmesi hoş karşılanmazmış ya. Bu yüzden çamın besleyip, büyüttüğü fidan bir baltanın kurbanı olacakken, saray görevlilerinden biri bunu engellemiş; "Bu Allah`ın işi." demiş, "Siz karışmayın! Elbet vardır bunun da bir nedeni."
Cariyenin aşkına kavuşması yasaklanmış ama, incir çırasının sıcak kucağında büyür şimdi, yasak falan dinlemeden.
Not; İncirle Çamın yasak aşkını hala ikinci avluda, Babüsselam`dan Ağalar Kapısı`na ilerleyen yol üzerinde, solda bugün dahi görebilirsiniz. Bu hikayeyi onlar anlatmışlardı bana.
MUSTAFA ÇAVUŞOĞLU