Ayşe Tütüncü, dünyanın en önemli jazz festivallerinden, North Sea Jazz Festivali’ nde çaldı. Konu buradan açıldı, kadın müzisyen olmanın zorluklarına ve daha nice ilginç yaklaşımlara uzandı. Bu röportajın yapıldığı iki saat boyunca masmavi gözlerinden ışıltı ve yüzünden gülümseme eksik olmadı. Ayşe Tütüncü’ nün müziğine de yansıyan renkli kişiliği ve açıklığı ile bir solukta, merakla okuyacağınız bu yazı sizleri bekliyor.
Dünyanın en önemli jazz festivallerinden birinde, North Sea Jazz Festivalinde çaldınız. Cengiz Baysal bir süre North Sea’i dilinden düşüremedi, büyülenmişti. Siz de izlenimlerinizi, oradaki ortamı ve yaşadıklarınızı anlatabilir misiniz?
North Sea Jazz Festivali gerçekten dünyanın en önemli jazz festivallerinden bir tanesi. Bir özelliği ile tek olduğu söyleniyor. En büyük kapalı salon festivali. Bunun ne anlama geldiğini oraya gitmeden önce tam anlamamıştım. Gözümün önünde kapalı bir bina ve onun içinde bir takım yerlerde bir takım etkinlikler oluyordur diye düşünmüştüm. Tamam öyleymiş, ama oraya gidince ne kadar devasa ve çok bölümlü bir bina olduğunu gördük. Burası Kongre binası dedikleri bir yer. Onun içinde mesela, tahminimize göre 6000 kişilik, devasa bir disko boyutunda ya da hangar demeli ona, çok yüksek tavanlı bir salon var. Salon o kadar büyük ki, rock konserlerinde sahnenin iki yanına konan o dev ekranlardan koymuşlar uzaktan sanatçıların görülebilmesi için. Böyle bir mekan olduğu gibi, bunun yanında, 100 kişilik, çok ufacık, daha çok müzisyenlerle sohbet edilen bir salon vardı. Bizim çaldığımız gibi 500 kişilik bir salon da vardı. Ben 500 kişilik bir salonda çalarken çok rahat ediyorum. Seyirciyle çok daha sıcak bir ilişki kurulabiliyor. Bu kongre salonu bir yandan büyüleyici bir yer, ancak bir yandan da sıkıntı yaratıyor. Sıkıntıdan şunu kastediyorum, orada bulunan bir arkadaşım 1. günden sonra dedi ki: Burada, konserlerden konserlere koşmak, insanın vücuduyla yaptığı bir zapping gibi. 3.kat, 1. kat, bodrum, çatı sürekli bir koşuşturma halindeyiz. Bu kadar çok seçeneğin olduğu yerde ve aynı anda bulunduğumuz konserin dışında kaçırmakta olduğumuz 15 konser olduğunu ve her 15 dakikada bir yeni bir konserin başladığını ve bir gün boyunca 75 konser olduğunu düşünürseniz, bu durum insanda şöyle bir sıkıntı, stres yaratıyor: Konserin birindesiniz, yan salonda ne var acaba, bir koşu gidip gelsem, ama buradaki yerimi kaybederim, ya burada çok güzel bir şey kaçırırsam, diye düşünüp koşuşturmaktan bir de bakmışsınız bitkin düşmüşsünüz. Bu durumu görmek iyi oldu ilk günden, bir ertesi gün çalacağız ya, dedik ki, bakarsınız 50 kişiyle başlarız, salon sonradan dolar ya da dolu salona çalmaya başlarız 3. parçadan sonra salonun yarısı çıkar. Ama bu ille de bizim müziğimizle hiçbir alaka kuramadıklarını ya da hoşlanmadıklarını göstermez. Ben North Sea’ de çalmayı sokak müzisyenliğine benzetebilirim. Sokakta çaldığınız zaman da emin olabileceğiniz tek bir hareket tarzı var: Birisi sizin karşınıza dikilir ve 1 saat oradan kıpırdamadan sizi dinlerse, o kesinlikle hoşlanıyordur. Sizin dışınızda onu orada ne tutuyor olabilir ki.? Ama gidiyorsa, bu hoşlanmadığı için olmayabilir. İşi vardır, acelesi vardır. North Sea’ de de gidiyorsa, yan tarafta Gonzalo Rubalcaba çalıyordur. Doğal olarak onu görmek isteyecektir. Bizim konserde, sevinerek söylüyorum ki, salonun yarısı hiç kıpırdamadı. Işıklar da epey açık, salon aydınlık olduğu için görebiliyorduk. 1. gün şöyle bir fikre varmıştım: Yahu burada müthiş bir tüketim var, orada sandviççi, burada bir tavukçu, orada bir Uzak Doğu yemekçisi. Yani müzik dahil her şey tüketim üzerine kurulu ve bu tabi ki pek hoşa gitmeyen bir şey. Halbuki 2. gün hem bizim konserimizde, hem de 3. gün benim seyirci olarak gittiğim bazı konserlerde, seyircinin istediği takdirde çakılıp, hiçbir şekilde o salondan çıkmayıp, konseri seyrettiğini de görünce, dedim ki konserine göre değişiyor bu. Yani o biraz ilişkiye bakıyor. Gelen ne bulmak istiyor, çalan onlara ne verebiliyor, çalan seyirciden ne alabiliyor...
Ayşe Tütüncü kendini müzik piyasasına kabul ettirmek için nasıl bir süreçten geçti?
Benim yaşımdakilerin, hatta yaşı benden daha büyük müzisyenlerin de yaşadığı şey şu, bizim müzisyenlik hayatımız oluşurken, piyasa da hep oluşmakla meşguldü aslında. Piyasa deyince benim anladığım şu, ortada müzik ürünleri var, mal da diyebiliriz buna, bir de alıcılar var. Bu ikisini en ekonomik şekilde buluşturacak olan her türlü ortamın kurulmuş olması. Bizim ülkemizde bir takım mallar ve müzik alıcılar hep oldu. Ama her tür ortam pek olmadı. Avrupa’da, Amerika’da İndi-label denen bir şey var. Yani müziğinin satışı yüksek olmayan, ama yenilikleri oradan haber alabileceğiniz, dolayısıyla daima bağımsız bir plak şirketi olarak kalmasında fayda olan, üstelik de o bağımsızlığı ile büyük plak şirketlerini destekleyen, onlara yeni fikirler, yeni akımlar için öncülük eden. Onların da kendine göre bir alıcısı, bir yaşantısı vardır. Satış sayıları farklıdır ama vardırlar. Dünya üzerinde az üreyen, ama soyu hiçbir zaman tükenmeyen canlılar da var. Tam da aynı sorun, o canlılar tükenmekte olduğu için bir sürü çevre mücadelesi yapılıyor. Müzik piyasasında da böyle az üreyen ama soyu tükenmemesi icap eden bir takım canlılar olması gerekiyor. Hem alıcı tarafında, hem üretici tarafında. Bizim müzik piyasamızda bu çeşitlemeler yok. Kurulu olduğundan artık şüphe edemeyeceğimiz bir pop piyasası var. Eskiden de aranjmanlar dönemi vardı. Her zaman bir pop vardı, ama şimdi işin içinde çok daha fazla para var. Dolayısıyla teknik imkanlar, stüdyolar var, bunlar çok önemli tabi ki. Müziği nerede üreteceksiniz ki? Günün koşullarına göre bir takım imkanlar lazım. Çeşit çeşit menajer olması lazım, bir müzik gurubunun, bir şarkıcının, bir müzisyenin menajeri, ama çeşit çeşidi de bıraktım, çok az sayıda menajer var. Daha menajerlik denen işin iş olduğu şüphe götürüyor. Bir sürü müzisyen kendi menajerliğini kendisi yapıp, bir yandan da müziğini yaptığı için, çok fazla parçaya bölünmenin sıkıntısını yaşıyor. Bu sıkıntı yaşanıyor da işler tıkır tıkır akıyor mu, o da değil. Ayşe Tütüncü kendini müzik piyasasına kabul ettirdi diyorsanız, önce şunu da söylemek lazım. Bu nasıl bir piyasa? Ama şunu hissediyorum, benim şu anda bu piyasada bir şekilde bir yerim oluştu. Bir albüm yapmak istediğimde kapı kapı dolaşmam gerekmiyor. Bu da zaten piyasada yerim olduğunu maddi olarak gösteren bir şey. Biraz önce bahsettiğim, yavaş üreyen ama soyu tükenmeyen canlılar sınıfına girdiğimi düşünüyorum ve o bakımdan da yaptığım işler ölmeyip, ağır bir tempoda da olsa geliştiği için, bir şekilde bir yerim var. İnsan bu zorluklara karşı, zorlukları övünç kaynağı yaparak, kendini neredeyse ayırıp farklı olduğunu sanarak teselli bulmaya çalışıyor. Bu çok zorluklarla sürdürülen bir şey, ama artık bunun övünülecek yanı ağır basmamalı. Çünkü, sonuçta, bir müzisyenin en çok istediği şey, en sık ve en rahat koşullarda müzik yapabilmektir. Ama bunun önünde çok fazla engel var. Bu durumda bir tek, insanın içinde yanan, ille de ben bunu yapacağım, duygusu bende de var. Bir de müzik yapmayıp da ne yapacağım? Yani çok sevdiğim bir şeyden vazgeçip de ne yapacağım? Gerçi ilgili olduğum bir sürü şey var. İyi ki bir tek müzikle ilgili değilim. Ama mesele şu, müziksiz olabilir miyim? Müziksiz olmayı ister miyim? Bunu istemediğimize göre, gereği neyse onu yapacağız. İnat bunu mümkün kılıyor.
Röportajın devamı için tıklayın