Senfoni orkestrasında da çaldınız, oda orkestrasında da; yıllardır Yansımalar’la çalışıyorsunuz, caz müzisyenleriyle farklı projelerde yer alıyorsunuz. Bütün bunların içinde en çok kendinizi bulduğunuz, kendinizi en iyi hissettiğiniz hangisi?
Klasik müzik eğitimimin ilk başlarında, piyano hocam rahmetli Selçuk Uraz, müdürüme “Bu çocuk çok iyi piyano çalıyor, her an birinci enstrümanı piyano olabilir” demişti. Onlar da beni çok ciddiye aldılar, hep böyle paralel götürdüler. Bir süre sonra piyanoyu, piyanist olmak için değil, müzik adamı olmak için bir araç olarak görmeye başladım. Dışavurumum ise Yansımalar’la başladı, 1994 yılında. Sonra baktım ki, benim kendi kendime yazdığım
müzikler, başkalaı için çok önem taşımaya ve etki yaratmaya başlıyor. Bir de tabii Türk müziğini ve usullerini öğrendim Yansımalar’la. Beraberinde İncesaz geldi. Ama bir şey farklıydı. Ben klasik müzikten, çok seslilikten gelen bir müzisyenim ve bir Türk müzisyeni olarak da bu kulvarda bir şeyler yapmam gerektiğini düşündüm. Son iki yıldır, çok ünlü bir Amerikalı kompozitör Michael Harrison, Donnovan Mixan ve Artun Sürmeli’yle bir iş
birliği içindeyim. Çok sesliliğe inandığım için, kafamdaki melodilerin, Yansımalar’da ve İncesaz’da kullandığım müziklerin dışında, başka türlü sunulması lazım. Bu bahsettiğim insanlar da çok sesli müziği çok iyi bilen insanlar olduğu için aranjörlükleri onlara verdim. Ümit ediyorum, sonbaharda veya en geç bir sene içinde albüm çıkacak. Bu kez dinleyicileri
şaşırtıp, besteci kimliğimle çıkıyorum karşılarına. Bunun hemen akabinde bir ritim
projem var, bugün vurmalı çalgılar atölyemin adı altında çalınan bütün ritimleri, eğitimini verip çaldığımız tüm ritimleri kendi adıma çalmak istiyorum. Orada da belki biraz dünya perküsyonuna yaklaşımımı ortaya koymuş olurum. Son olarak da bir klasik müzik albümü yapmam gerekir diye düşünüyorum. Üç koldan gidiyorum esasında. Güzel de bir Ensemble’ım var. Klasik kuartet gibi gözüküyor ama değil. Kontrbas, çello, keman var,
viyola yerine klasik kemençe, önde ney, arkada da piyano, gitar ve perküsyon var.
Albüm oluyor ama ben bunu hayat geçirmek istiyorum, bu grupla çalmak istiyorum. Çünkü Yansımalar’da insanları ne kadar mutlu ettiğimizi görüyorum ama insanların aynı müzikleri biraz daha çok sesli dinleyebileceğini düşündüğüm zaman daha da heyecanlanıyorum. Ben biraz misyoner olarak görüyorum kendimi ve çok seslilikten gelen bir müzisyen olarak bunu yapmam gerektiğini düşünüyorum.
Ritim atölyenizden biraz bahseder misiniz?
Ritim atölyesini 2000 yılında başlattım. Niye başlattığımı söyleyeyim. Bu konunun, şu anda trend olduğu gibi, sportif bir eğlence olarak düşünülmesine ve bir takım çevrelerce dejenere edilerek, ‘eller havaya!’, ‘vuralım, eğlenelim, deşarj olalım’ gibi sloganlarla ele alınmasına asla izin vermeyen bir insanım. Hatta iddia ediyorum ki benim şu anda yaptığım çalışma çok mütevazı bir ad altında yapılıyor. Halbuki Ritim Atölyesi, benim
uyguladığım sisteme göre daha basit bir çalışmadır. Çünkü ben, yakında Türkiye’deki ilk
vurmalı çalgılar okulunu kurma hayaliyle yaşayan bir müzisyenim. Dolayısıyla, yaptığım çalışma da buna yönelik bir çalışma. Yakında çıkmak üzere olan bir perküsyon metodum var. Yani bana gelen insan, belki yanlışlıkla demin bahsettiğim unsurlara göre geliyor, ama ben ya öğretiyorum, ya öğretiyorum, ya da gidiyor. Faydalı olmaya çalışıyorum,
eğitim için, sanat için bir şeyler yapmaya çalışıyorum. Bir de insanların ritim duygusunu ortaya çıkartmak istiyorum, çünkü ritim kulağı olmayan insan olmaz, müzik kulağı olmayan insanlar olabilir ama ritim kulağı olmayan insanlar bugün, yemek yiyemeyen insanlar demektir. Ritim kulağı zayıf olabilir ama ‘yok’ diye bir şey olamaz. Atölye adı altında, yarın
oluşturacağım okulumun temellerini kuruyorum ve yetiştirdiğim müzisyenlerle
de vurmalı çalgılarını oluşturuyorum. Çok da gönüllü bir şekilde, çaldığını
bilen, bildiğini konuşan, konuştuğunu da çalan müzisyenlerle, onur duyarak
çalıyorum. Ama hayallerim çok büyük, okul olacak. Neden derseniz, birincisi,
Türk müziği konservatuarında vurmalı çalgılar eğitimi yok. Bunun altını
çizmek istiyorum ve bunu yetkililerine havale ediyorum, düşünmeleri için! İkincisi de, gitar okulları var, dans okulları var, müzik eğitimi veren özel kurumlarda hemen hemen bütün bölümler var ama Türkiye’de şu anda dünya perküsyonuna ait bir okul yok. ‘Latin, Latin’ diyor herkes ama Latin’i özetleyemeyecek bir sürü Latin müzik perküsyoncusu var. Bilmeden çalıyor herkes. Çok iyi çalıyoruz esasında, şu anda Avrupa’nın en iyi
müzisyenleri bizde, iddia ediyorum. Ama clave nedir diye sorduğum zaman, hiç cevap
veremeyen bir sürü profesyonel müzisyen var.
Vurmalı çalgılara olan ilgi sizce nasıl arttırılabilir?
Bence bizim en büyük eksikliğimiz, bir ritim festivalimizin olmayışı. Gerçekten de yok! Dans festivali var, sinema festivali var, tiyatro festivali var, gitar festivali, piyano festivali var, ama bir ritim festivali yok! Belki ilk olarak, uluslararası olmasa da, bir belediyenin
çatısı altında, mütevazı bir ritim festivali yapabiliriz, ama sonra bunu uluslararası bir festivale çevirme niyetim var. Yerimiz var, müzisyenimiz çok, trend olmuş bir konu, halkın da yeni yeni benimsediği bir dal ama hâlâ bir festivalimiz yok! Biz hep biraz unutulmuşuz aslında, veya kendimizi unutturmuşuz. Ya unutulmuşuz, ya unutturmuşuz; bunu sormak lazım, her perküsyoncu bunu kendine sorsun. Çok eksik var. Türk müziği okullarında
niye vurmalı çalgılar eğitimi yok?
Röportaj: GÖKÇE TUNCER
Röportajın devamı için tıklayın