Haremin Büyüsü, Bir Doğu Masalı Galata, Anadolu’ nun Ana Tanrıçaları gibi çok önemli belgesellerin ve Mor Tecavüz, Yalnız Bebekler adlı iki romanın yaratıcısı Handan Öztürk. Tabiri caiz ise lebi derya kültür abidesi. Kaf Dağı’ nda Bir Doğum adlı yeni romanı yolda ve bir de onu çok heyecanlandırdığı gözlerinin ışıltısından anlaşılan film projesi var: Roche’ un Sonbaharı. Ben de tüm yeni projelerini heyecanla bekliyorum. Okuyunca benimle aynı duyguları paylaşacağınızdan eminim...
Belgesel tarih, kültür, din, dil gibi bir çok alana ilgi duymayı gerektiriyor. Bu ilgileriniz sizi nasıl belgesele yöneltti ya da sizi belgesele yönlendiren neydi?
Gerektiriyor lafını çok sevdiğimi söyleyemem. Çünkü yalnızca bir konuyu takıntı haline getirip bu konuda çok güzel belgesel yapan insanlar da var. Belgesel için illa çok yaygın bir alana hakim olmak ve ilgili olmak gerekmiyor. Sadece bir alanı paranoya biçimde kafanıza takıp onun üzerine de gidebilirsiniz. Ama ben sizin bu saydığınız yelpazede duruyorum. Bunu da bir avantaj olarak görüyorum. Tarihle de ilgileniyorum, sosyolojiyle, antropolojiyle de. İlgimin geniş bir alana yayıldığını söyleyebilirim. Biraz da Türk aydının hastalığıdır, her şeyde ukalalık yapmaktan hoşlanır. Benim de biraz bundan kaynaklanan bir hastalık bu. Aslında belgesele ilgim, ben nerde duruyorum, neyim, tarzım ne, ruhum ne, kimyam ne sorularını çok ciddi ve bilinçli olarak kendime sorduğum dönemde başladı. Bu dönem yurt dışına ilk gittiğim dönemdi, üniversite bitmişti, İsviçre’ ye gitmiştim. Gitmeden önce de burada batıyı, bu kadar, günümüzdeki hızıyla olmasa bile çok hızlı biçimde tüketiyorduk. O zaman da televizyon vardı, sinema vardı ve ben zaten üniversitedeyken kendimi Paris’ te Seine nehrinde yaşayan bir kız gibi hissediyordum. Özenti boyutunu anlatmak açısından söylüyorum. Ama turist olarak değil de, artık burada yaşayacağım, burada iş kuracağım, burada hayat kuracağım bakış açısıyla gittiğin zaman, toplumla öyle bir ilişki kurduğun zaman gittiğin yabancı ülkede o zaman kendini tanımlaman lazım. Yani etki-tepkide senin potansiyelin ne, bununla hangi düzeyde, hangi frekansta ilişki kuracağım, ben neyim sorusunda, orada çok oryantal olduğumu fark ettim. Duygularımın çok doğulu olduğunu, kişiliğimin çok doğulu olduğunu fark ettim. Halbuki burada da Paris’te Seine Nehri`nin kıyısında dolaşan bir üniversiteli gibi hissediyordum. Asıl kimliğimi keşfimin orada olduğunu söyleyebilirim ve kendimi esas olarak doğuya ait hissettiğimi fark ettikten sonra, bana ait olan şey ne ve ben bunlara nasıl yansıyorum gözlüğüyle baktığımda, kaç bin yıllık bir kültür tarihimiz olmasına rağmen, bizi sıkıştırdıkları birkaç konu vardır onların, bunları şimdi ben de söylemeyeyim. Eurovizyon ile ilgili yapılan her haberde çok konuşuldu zaten. Türk dansı, lokumu, hamamı, haremi falan filan. Ben de bunlar ne yahu, bunlardan bunlar ne anlıyorlar, Türkiye’ nin imajını oluşturan ama tarihsel süreç içerisinde gelen değerlerin kimliğini oluşturan bu kavramların altında ne yatıyor, bence ne, onlar ne anlıyorlar noktasında yola çıktığımda ilk haremle hamamı masamın üzerine aldım ve haremde inanılmaz bir şok yaşadım. Çünkü benim kafamdaki harem ile onların kafasındaki harem çok farklıydı. İlk kez objektif bilgiyle karşı karşıya geldim. Bir kere önce benim haremle ilgili imajlarım yıkıldı. Haremin hiç de öyle birkaç kadının padişahın zevki için besiye çekildiği, oynatıldığı bir ahlaksızlık yuvası olmadığı ortaya çıktı. En azından ilk dönemlerde çok farklı bir misyonla yola çıktığı ama yozlaşmaya bağlı olarak bu özelliklerin öne geçtiği bir değişim süreci yaşadığını gördüm. Hamamların hakeza, inanılmaz bir sosyal, kültürel kulüp işlevi taşıdığını öğrendim. İlk belgesel serüvenim bu ruh haliyle, bu sorularla ve bu konularla başladı.
Yaşadığımız toprakları düşünürsek, bu topraklardan çıkan kültürlerin, mitlerin her birinin ayrı birer belgesele konu olabileceğini düşünebiliriz. Bu zenginlik içinde ülkemizde belgeselin yeri nedir? Belgesel Türkiye’de ve Türkiye’de belgesel hak ettiği yeri alabilmiş midir ?
Hakikaten çok doğurgan bir ülke. Ben kendimi alamıyorum. Bir yere belgesel yapmaya gidiyorum. Hem belgesel yapıyorum, hem roman yapıyorum, şimdi bir de film senaryosu doğuyor, biraz resim yeteneğim olsa resim de yapacağım. Yani o kadar zengin, o kadar dolu ki, dokunduğun yerde, insanın o kadar damarına basıyor, o kadar kamçılıyor ki yaratıcılığını bir disipline sığdıramıyorsun. Bu anlamda inanılmaz şanslı bir ülke ve biz aslında artık burada, bu zenginliğe o kadar alışmışız ki, çok tavsamış gözümüzde zenginlik, yani farkında değiliz bir bakıma. Türkiye’de insanlar çok dürüst değil, kendilerine karşı değil. Türkiye’de bir insan komşusunun gözüne nasıl görünür, babasının gözüne nasıl görünür, sevgilisinin gözüne nasıl görünür, bu sorular içine sıkıştırır kendisini. Aslında olduğu gibi davranmaz, undergroundında biriktirir esas eğilimlerini. Mesela ben ne zaman taksiye binsem, balıkçıyla sohbet etsem, çeşitli kesimlerle ya da sosyeteyle de sohbet etsem “Ben bayılırım belgesele, hiçbir belgeseli kaçırmam” derler. Bu aslında olmak istediği profilidir, ben buna inanmıyorum. Gerçekten kendisi değil, görmek istediği profilidir. Komşusunu beğeneceği profildir, babasının beğeneceği profildir, belgeseli sevmek bir prestij ve kültür meselesidir çünkü. Belgesel mi, aktüel ya da paparazzi programı mı tercihlerinde, reytingler gösteriyor ki maalesef öbürlerini seçiyor. Belgeseli sevdiğini sanıyor, istediğini sanıyor ama öyle davranmıyor. Bu anlamda Türk halkı çok opportimist. Belgesele karşı özellikle çok opportimist, çok tutarsız. Durduğu yerle düşündüğü yer arasında dağlar kadar fark var. buna bağlı olarak da belgesel hak ettiği yeri alamıyor. Aslında belgesel çok sancılı ilerliyor. Bir takım insanlar gerçekten dişleriyle tırnağıyla yapıyor belgeselleri. Belgeseller hiç bir zaman çok rahat bütçe bulmaz. Eğer devlet kurumlarıyla çok yakın ilişkin yoksa ve seni payelendirmek istemiyorlarsa hiçbir zaman büyük bütçeler olmaz. Özellikle genç insanlar, belgesele gönül veren insanlar, taştan çıkarırlar o belgeseli. O yüzden onlar bu pelikülün İsa`larıdır. Peliküle ne giriyor, reklam giriyor, sinema giriyor, kısa film giriyor, ama belgeselciler gerçekten bu film malzemesini kullanan güruhun İsalarıdır bana göre. Çünkü en keşiş, en puritan onlar yaşıyorlar, işleriyle ilişkileri öyle. Bu zorluk içerisinde insanlar kafalarındaki idealleri gerçekleştirmekte de zorlanıyorlar. Benim kafamda inanılmaz belgesel konular var. Ama o konuların ne kadar acılar, ne kadar terler, ne kadar emekler, ne kadar eforlar gerektirdiğini artık hesaplayabilecek bir profesyonelliğe geldiğim için şimdiden yoruluyorum mesela. O yüzden belgeselin Türkiye’de önemli bir yer tuttuğunu kesinlikle söylemeyeceğim. Arada bir basının çok sevdiği, popülerleştirdiği belgeseller olur. Mesela benim Harem öyleydi. Can Dündar burada çok iyi bir kapı açtı. Şimdi Tolga Örnek’in belgeseli, henüz görmedim ama çok ümitliyim. Böyle arada bir çıkışlar yapıyor ama bir istikrar kazanamıyor. Yani bir piyasa haline, sağlam bir zemin haline dönüşemedi. Bu biraz yarı kaçıkların, idealistlerin, ilim bilim kurdu olan, İsavari dolaşan insanların işi haline geldi.
Röportajın devamı için tıklayın
Röportaj: Filiz Küçük