İskender Savaşır ile her telden söyleştik...Nereden başlasam şaşırdım. Karşı Sanat Çalışmaları mı, psikoloji mi, dilbilim mi, yazarlık mı, eğitime ve eğitimciliğe bakışı mı? Sonuçta hepsinden bir iki soru sorarak, hala tanımayanlar için, bu renkli kişiliği tanımaya ve sizlere tanıtmaya çalıştım. Başarılı olabildiysem ne mutlu bana. Renkli, şaşırtıcı ve dopdolu bir röportaj sizleri bekliyor.
1-“Kelimelerin Anayurdu ve Tarihi, Masaldan Sonra, Tutku 2000”adlı kitaplarınız ve yayımlanmış şiirleriniz var. İskender Savaşır’ ın yazar yönünde bahseder misiniz?
Kelimelerin Anayurdu ve Tarihi’ ni ben benim kitabım gibi düşünmüyorum. Ben bir başka bir şeye o kitapta sözcülük edebilmeyi denedim. Türkçe’ nin ruhu denebilecek bir şeye. Bu nedenle tam anlamıyla benim kitabım değildir. Benim kitabım olduğu ölçüde başarısızdır. Ben ne kadar yoksam o kitapta, kitap o kadar başarılıdır. Ben kötü bir kitap olduğunu düşünmüyorum. Kelimelerin Anayurdu ve Tarihi benden önemlidir. İşin içine ben öznel önyargılarımı kattığım sürece hata yapmışım demektir. Kelimelerin Anayurdu ve Tarihi’ nde çok ciddi dramatik bilgi, dilbilim bilgisi var. Beni aşan bir tecrübe hareket ediyor. O kitap Türkçe konuşan herkesin. Ben oraya kişisel damgamı vurduysam yanlıştır. O bakımdan İskender Savaşır’ ın kitabı değildir. Bizden önce de vardı kelimeler, bizden sonra da olmaya devam edecekler. Biz kelimelerin hayatına katılırız. Ben de katılmaya çalıştım o kitapta. Masaldan Sonra aslında bitmemiş bir kitaptır. Kimseden bunu talep etmiyorum ama, metni dikkatlice okuduğunuz zaman bitmemiş olduğunu görürsünüz. Hala çalışıyorum çünkü üzerinde. Bir şekilde Masaldan Sonra yazıyla sözün ilişkisi, yazıyla hayatın ilişkisini çok problem edinmiş bir kitaptır. Dolayısıyla ben ölmeden bitemez o kitap. Ne yazıya kalır, ne hayata kalır meselesi arasında sürekli bu soruyu soran bir kitaptır.
2- Psikoloji ve dilbilimin buluştuğu noktalar var mı? Ortak paydaları nelerdir?
Psikoloji ve dilbilimin buluştuğu yer aslında ilk bakışta görülecek bir şey değil. Daha ziyade bizim gençliğimizde bu ikisini birbirine eklemlemeye çalışırken metodolojik bir şey yapmaya çalışıyorduk. Bu konu artık büyük ölçüde gündemden düştü, insanlar artık bu konuda araştırma yapmıyor. Ama bizim zamanımızda ciddi bir tartışma vardı. Psikoloji doğal bilim midir, beşeri bilim midir gibi bir tartışma vardı. Ama onu daha incelttiğiniz zaman, yani bu tartışma ne demektir dediğiniz zaman, bugün ruhsal alana dair olan yasallıkları, düzenlilikleri, fizikte görüldüğü şeklinde bir genellemeler temelinde keşfetmeliyiz diyen bir kesim vardı. Onun karşısında, hayır psikoloji ideografik, yani tekil üzerine çalışan bir bilimdir, diyen bir görüş vardı. O bakımdan naomatetik, yani bir tür yasa peşinde koşan bilimlerden farklıdır psikoloji, diyen bir eğilim vardı. Bence bizim, bizim diyorum çünkü bu bir çalışma gurubuydu, bu işle uğraşan. Yapmaya çalıştığımız şey, dilbilim ile psikoloji arasında köprü kurmaya çalışırken, aslında bu ikisinin de doğru olmadığı, bu ikisinin dışında bir yolun mümkün olduğunu göstermeye çalışmaktı. Naomatetik yaklaşım, yani psikolojiyi fiziğe indirgemeye çalışan yaklaşım ne talep ediyor. Psikolojinin bir bilim olması için bir tür genel kavram istiyor. Yani bir şekilde tekil olanın her şeye rağmen tekrarının tespit edilebileceği, şu ve bu daha önce gördüğümüz şeyin örneğidir, diyecek tekrar istiyor. Bu talep meşru bir talep. İdeografik yaklaşım, yani tekil olana vurgu yapan yaklaşımın da itirazını, ama sen kavram inşa ederken, kendi kavramını nesneye dayatıyorsun. Yani sen keşfetmiyorsun, aslında keşfettiğin şeyi zaten sen önceden bilerek devreye giriyorsun. Senin bütün gözlemlerim, deneylerim dediğin şey, aslında senin önyargılarının ifadesinden ibarettir diye itiraz ediyordu ideografikçiler de, yani beşeri bilimciler de. Şimdi bu noktada dil çok önemli. İnsan türü dediğimiz ya da insan varoluşu dediğimiz şey aslında kendi kendini kavramsallaştıran bir şey. İnsanın diline kulak verirsek bu iki eleştiriden de kopma imkanımız var. Çünkü insan kendi kendine ben dün acıktım, bugün de acıktım dediği anda iki ayrı tekil an arasında bir kavramsal ortaklık kuruyor. Ben Ayşe’ yi sevdim, Fatma’ yı da sevdim dediğinizde ikisini de sevmek parantezine almışsınız demektir. Dolayısıyla bir kavramsallaştırma işlemi insani varoluşa ilişkin demek. Ama bunu biz dayatmıyoruz. Ben araştırmacı olarak dayatmıyorum, o söylüyor. Dolayısıyla, insanın kendi kendisini kavramsallaştırma sürecini izlemenin bir yolu gibi gözükmüştü zamanında onlara. İyi bir araştırma programıydı ama izi fazla sürülmedi. Bu doğrultuda hareket eden 3-5 kişi var ama, 70’ lerde olan araştırma hamlesi artık yok. O yüzden bu bir tarih olarak kaldı.
3-Tüm dünya dilleri yok olma ya da ortak bir dilde toplanma gibi bir süreçten mi geçiyor? 2000 yıl sonra tüm dünyada aynı dil konuşulabilir mi mesela?
Bunu 2000 yıl sonra konuşsak... Burada milliyetçiliğin bir hezeyanından bahsetmek gerekiyor herhalde. Herkesin bir anadili olduğunu zannetmek 250 yıllık bir yanılgıdır. Genel olarak 1700’ lere varana kadar çoğunluk çok dillidir. Herkesin bir dili, bir milliyeti yok böyle bir şey. Şimdi tarihsel norma geri dönüyoruz. Türkçe ölmüyor, bir imparatorluk dili değil, o konuda da yanılsamalara kaptırmayalım kendimizi değil. Ama bir alt dil olarak önemli bir dil. Diller kolay kolay ölmüyorlar.
4-Psikoterapi pratiğinizi sürdürüyor musunuz?
Elbette, burada sürdürüyorum. Aşağıda bir odam var ve Freud’dan beri yapıldığı şekliyle sürdürüyorum. Ben dinlemekle ilgiliyim.
5-Sanatla ilişkiniz nerden kaynaklanıyor?
Herhalde aileden. Müzisyendi benim ailem. Ailemin benim için açtığı yolda sahiplenerek devam ediyor. Demin dinlemekten söz ettim. Demin dinlemekten bahsettim. Sanat da işitilmek üzerine dile gelmiş bir tez bir görüntü bir ses var. Dolayısıyla benim için özellikle kulak kabartılması gereken bir yer.
6-Dinlemek neden bu kadar önemli hayatınızda?
Çünkü kimse birbirini dinlemiyor. Kimse dinlemiyor, herkes konuşuyor. Ben de dinleyeyim bari. 10 yıldır böyleyim. Politikanın bir şekilde çıkmaza girdiğini hissettiğim, yani davranmaktansa dinlemeyi tercih etmek. Konuşmayla çok fazla bir iş yapılamayacağını düşünüyorum. Yapmaya çalışanlara hiçbir itirazım yok, ama benim alanımın orası olmadığına karar vermem aşağı yukarı 10-12 yıl önceydi. Körfez Krizi’ den sonra ben bir şey beklemeyeyim, ben sizi dinleyeyim dedim.
Röportajın devamı için tıklayın
Röportaj: Filiz Küçük