Birinci cilt ALELADELİK ÇAĞI ile ilgili olarak yazar HİKMET TEMEL AKARSU ile yapılan röportaj...
KAYIP KUŞAK’ın birinci cildi olan Aleladelik Çağı adlı romanınızda bir dönemin öyküsünü anlatmak adına prototip bir konuyu ele almaktasınız. Bunun nedenlerini açıklar mısınız?
1980’li yıllar, Türkiye’deki kente göçün, sosyal alt-üst oluşun, değer yargılarındaki değişimin, kentsel gettoların oluşmasının zirve yaptığı yıllardı. Ondan önceki otuz kırk yıl boyunca kentleşme serüveni süregelmişti fakat henüz naif, masum, sade boyuttaydı. Oysa feodal çözülmeyi geç yaşayan Türkiye, dünyada Yeni Sağ değer yargılarının ön plana çıktığı, monetarist ekonomik anlayışların geçerli olduğu, serbest pazar ekonomisinin yüceltildiği bir dönemde bu oluşumu yaşamaya başladığında olağanüstü kaotik bir durum çıktı ortaya. Bu, her yönüyle romanesk bir konuydu. Bu konuya mercek tutmak, betimleyici, belirleyici ve analiz edici bir konsept oluşturabilirdi. Tüm toplum, gözü dönmüş bir şekilde para ve rant peşine düşmüştü. Ve bunu yapanlar henüz köyle ilgisini koparmamışi, feodal değer yargılarına sahip, lümpen toplum kesimleriydi. O noktada ortaya çıkan trajikomik yaşamlar ülkenin bugün içine düştüğü yıkım ve felaketlerin de başlatıcısı oldu. Ben o yıllarda yeni mezun bir mimardım. İş bulmak, çalışmak isterdiğim sırada garip bir “imar affı” çıktı. Ben bu işin feci bir mantıkla hazırlanmış, felaketlere yol açacak, kentsel dokuyu mahvedecek bir süreci başlatacağını hemen başında, o yaşıma rağmen anlamış ve bu işlerden uzak durmuştum. Fakat yeni mimar çıkmış bazı sınıf arkadaşlarımın başlarından geçenleri izlediğimde tüylerim ürperiyordu. Bunları garip bir tutkuyla izlemeye başladım. Ve bu ülkede mimarlık yapılamayacağına da o sırada karar verdim. On sekiz yıllık tahsilime rağmen mimarlıktan nefret ettim. Çünkü ALELADELİK ÇAĞI’ndaydık ve bu işe dokunan pisliğe bulaşmış olurdu. Ama orada edindiğim izlenimlerden ve mimarlık eğitimimin verdiği birikimden yararlanarak bu kitabı yazdım. Umarım, bugün içinde yaşamakta zorlandığımız ucube kentleri nasıl yarattığımızın yanıtını bir oranda verebildim...
Bizdeki kentleşmenin ve kültürel dinamiklerin oluşmasının sosyal siyasal anlamda iflas etmesinin nedenlerini analiz etmek sözkonusu olduğunda kentsel dokunun fiilen oluşumunu yansıtan mimari şekillenme bir parametre olarak kullanılmış gibi gözüküyor romanınızda?..
Sanayileşmenin kendi iç dinamikleriyle geliştiği ülkelerde, mesela İngiltere’de, Fransa’da, manifaktür dönemine ait sosyal konumlanmaya, kentleşmeye ve gettolaşmaya baktığımızda sosyolojik açıdan kriter içine girebilen, klasifike edilebilen toplumsal dizaynlar görürüz. Oysa Türkiye kendi iç dinamikleriyle değil, dışarıdan getirilen ekonomik ıslahat çabalarıyla “ite-kaka” kentleşme serüvenine yönlendirildi. Marshall yardımlarıyla başlayan bu süreç başlarda ekonomik mucize ve uyanış olarak algılandı. Ama henüz ciddi bir sanayi altyapısının oluşmadığı, ekonomik dizaynın yerli yerine oturmadığı bu süreç kaotik gelişmelerin başlangıcı oldu. Başlarda kente akan köylü kalabalıklarının kent varoşlarında oluşturduğu yaşam tarzlarına sempati ile bakıldı. Toplumcu akımların dünya siyasi arenasında gözde olduğu yıllardı... Yoksul gecekondu insanlarının acılarla dolu sefil yaşamı dekteklendi, yaptıkları her türlü kuralsızlığa hoşgörü gösterildi, bir yandan da sanayinin ihtiyacı olan ucuz işgücü karşılanmış oluyordu. Ama bir süre sonra görüldü ki, bunlar ne bildiğimiz proleterlerdi, ne de ülkemizde onlara cevaz verecek bir burjuva sınıfı vardı. Garip bir toplumsal çözülüş başladı. Kara para, rant ve suç gelirlerinin azdırdığı kentsel süreçte, bir zamanların yoksul zavallıları olarak görülen gecekonducular ve hazine arazisi işgalcileri bir süre sonra kaçak yapılaşmanın zenginleştirdiği bir sınıf olarak yükseldiler. Para ve mülk sahibi oldular ve lümpen kültürlerinin “alelade” özelliklerini tüm topluma dayatmaya başladılar. İşte “ALELADELİK ÇAĞI” böyle başladı. Buna hoşgörü ve sempati duymak kabil midir?.. İnasnlığa ait bütün değerlerin ayaklar altına alındığı bu soysuzluğa hoşgörü duymak mümkün müdür?... Ve bu, bugün hala sürüyor... Otopark mafyalarıyla, arabesk kültürüyle, sosyal kokuşmayla, televole ahlakıyla vs. vs. vs...
Yazar, kitap boyunca olan bitene tiksintiyle bakıyor gibi gözüküyor. Bu, sizce ne anlama geliyor?
Kente göçmüş ve ekonomik dizayn içinde saygın bir konum elde etmiş, emekçi sınıflara saygı duymamak olanaksızdır. Bir işçiye, bir proletere, bir emekçiye... Bunların hepsi de son derece saygıdeğer toplumsal katmanlardır. Ama ne yazık ki Türkiye’de bunlar azınlıkta kalmış, kente akın eden mülksüzler ordusu, kentsel rantın yağmalandığı bir ortamda, yeni tür haydutlar olarak yükselme alanı bulmuştur. Minibüs kültürünün, hazine arazisi yağmacılığının, rant hırsızlığının beslediği bu lümpenler ordusunun sosyal tasarruflarına ve yaşam biçimlerine saygı duymak olanaksızdır. Bu sınıflar, post-kapitalist dönemlere ilerlendiğinde, işsizliğin artmasıyla beraber, mafyalaşma, yasadışı ekonomik alanlarda hayatiyet bulma ve siyasi kirlenme içinde toplumsal statü kazanma yoluna girdiklerinde ortaya çıkan tam bir felaket olmuştur. Bugün Türkiye’de hangi müesseseye el atsanız dökülmektedir. Yasalara uyan kişiler çökerken, kuralsızlar, haydutlar, yağmacılar birer yıldız gibi yükselmektedir. Kronik enflasyonun beslediği bu rezaletler çağına bu ülke dayanabildiyse sırf tarihsel köklerinden gelen vicdan, paylaşma, kardeşlik, dayanışma, merhamet gibi duygularını hala koruyor olmasındandır. Yoksa Rusya’dan daha elim bir konuma düşmemiz kaçınılmaz olacaktı.
Röportajın devamı için tıklayın