Ömrüm – Renan Bilek

Ömrüm – Renan Bilek

Söyleşi Röportajlar Ömrüm – Renan Bilek

Oyuncu ve müzisyen Renan Bilek'le oyunu “Ömrüm” ve anılara dair keyifli bir söyleşi yaptık. Belki biraz uzun oldu ama bir bu kadar daha anlatılacaklar kaldı.

Paylaş:

Yorumlar:

istanbul.net.tr Ekim 25, 2016
Ömrüm – Renan Bilek

Ömrüm müzikli gösterisini tiyatro sahnesine koyma fikri ne zaman ve nasıl oluştu?

Aslında güzel bir hikaye. Orkestranın şefi Eylem Pelit benim çok eski arkadaşımdır. Benim geçmiş ile ilgili bazı sıkıntılarım var. Hayatımda bazı detayları insanlara anlatınca hatırlıyorum. Çıkıp gidiyor kafadan yani. Bir sohbet esnasında Eylem, beni Cem Karaca ile sen tanıştırdın demişti. Çok büyük yaş farkı yok Eylem ile aramızda, iki ya da üç yaş. Cem Abi yurda döndüğünün ikinci ayında falan tanışmıştım ben Cem Karaca ile. O zamanlar birlikte müzik yaptığım Ali Erenus, şimdi Enbe orkestrasının ve Işığın Yansıması grubunun solistidir. Ali benim liseden sınıf arkadaşım, sıra arkadaşım. Beraber aynı sırada oturduk ve beraber müziğe başladık, birlikte müzik yaptık. Bilgesu Erenus ve rahmetli Müştak Erenus'un oğludur Ali. Sanat dolu bir ortamda büyüdü Ali, ben de yancı olarak onların ailesinin arasında kaynadım. Benim babam esnaf, annem ev kadını ama sanatı seven, destekleyen bir ailede büyüdüm. Beni müziğe teşvik eden ilk insan annemdir. Biz Ali Erenus ile beraber müzik yapmaya başladık, bir sürü grup kurduk, dağıttık. Ali ile beraber müzik yapıyoruz ve bir dinleti yapacağız, Cem Ebi yurda dönmüş. Bilgesu Erenus dedi ki Cem'i de çağırayım konsere. Bizim Cem Abi ile tanışmamız böyle oldu. O süreden sonra Cem Abi, Ali ile bana çok yol katettirdi. Çalışacağımız yerler buldu ki, çok önemliydi bizim için. Çok destekledi bizi. Kendi konserlerinde ön grup olarak çıktık, Ali Erenus, Renan Bilek olarak. Simon Garfunkel gibi, Erenus Bilek ikilimiz var. Stüdyo aşamalarında da biz hep Cem Abi'nin yanına gittik.

Etkileyici müzik arayan cıvık medya

İşte o stüdyo aşamalarından birinde de Eylem Pelit ve babası stüdyodaydı. Eylem orada bas çalıyordu. Çok sevmiştim bas çalışını o genç yaşında. Eylem o zaman onaltı ya da onyedi yaşında, ben de ondokuz ya da yirmi. Çok fark yok aslında. Eylem'le tanıştım. Soma faciasından sonra her yerde o görüntülerin altına etkileyici müzik arayan cıvık medyamız, cıvık medya diyorum çünkü; hayatım boyunca bir şeyden nefret ettim ki, onbir ay boyunca baldırı çıplak hatun fotoğrafları basıp, onikinci ay birden "onbir ayın sultanı geldi" diyip Kur'an tevsirleyen gazeteler gibi her türlü pisliği yiyip, her türlü zevzekliği yapıp, ondan sonra hakikaten toplumsal bir olayda, şimdi bunun altına hangi müziği çalacağız diye panik olan insanlar var. Çünkü hayat o kadar saçma, boş, dipsiz, sığ bir şekilde geçiyor ki aslında artık, zevzek zevzek oynayıp insanların dans ettiği şarkı sözlerini hakikaten ipe diz, bir anlamı yok. Soma faciası gibi facia olmuş, altına müzik bulamıyorlar düşünün. O zaman ne yapıyorlar? Eski tüfeklerin müziklerine sarılıyorlar. Cem Karaca'nın “Maden Ocağının Dibinde” diye bir şarkısı vardır. Soma faciasında hemen hemen bütün görüntülerin altında ajitasyon anlamında Maden Ocağının Dibinde çalıyordu. Bizi de çok etkiliyordu tabii. Hem Soma faciası etkiliyordu, hem de Cem Abi'nin şarkısını duydukça bizim gibi insanlar bir sürü şey düşünür. Biz tam ara kuşağız. Yani Türkiye'deki neoliberal dönüşümü hisseden bir kuşağız. Yani bizim abilerimiz, ablalarımız ya da en kötü ihtimalle annelerimiz babalarımızın dünya görüşü ile bize pompalanan ve bizden sonra dünyaya hakim olan dünya görüşü arasında çok fark var. Biz ikisi arasında yalpalayan kuşağız aslında. Eylem Pelit bir gün delleniyor ve beni arıyor, diyor ki: "Baba, Maden Ocağının Dibinde çalıyordu yine Soma görüntülerinin arasında. Çok dellendim. Cem Abi ile ilgili bir şey yapsana." Aramızda Kalsın” oyunumu seyretmişti Eylem. Orada dört tane şarkı çalıyordum, biri Cem Abi'nin şarkısı, Ömrüm'dü. Ve bazı anılar anlatıyordum Cem Abi'yle ilgili. "Yapsana bunu" dedi, "Hem anlat hem şarkı çalalım. Grup benden. Orkestrayı kurarım ben sana. Cem Abi'yi anlat. Bunu yaparsan sen yaparsın" dedi.
Aynı zamanda çok onore eden bir cümleydi. Çünkü bana gelene kadar bu ülkede Cem Karaca üzerine laf söyleme hakkı olan ve benden daha donanımlı çok insan var şüphesiz. Ama tabii benim durumum başka bir şey. Eylem bunu Cem Abi'yle çalıştığım için değil, benim tiyatro ve müzik anlayışım için söyledi. Benim hayatım boyunca iki bileziğim oldu; biri tiyatro, diğeri müzik.

Müzisyenler tiyatrocu, tiyatrocular müzisyen olarak görür

Müzisyen arkadaşlarım beni daha çok tiyatrocu olarak tanımladılar, tiyatrocu arkadaşlarım müzisyen olarak. Bunu bir de Bedri Rahmi Eyüboğlu'na yapmışlar. Şairler çok iyi ressam demiş, ressamlar çok iyi şair. Uzun süre, tiyatrocu arkadaşlarımın beni müzisyen diye tanımlamalarının sebebini, iyi bir tiyatrocu olmadığımı düşünmeleri diye düşünüyordum. Müzisyen arkadaşlarımın da, iyi bir müzisyen değil, iyi bir tiyatrocu olduğumu düşünmeleri diye. Herkes kendisine dahil olmayana sallıyor diye düşünüyordum. İnşallah yanılıyorumdur da. Zaman içerisinde "Sen hem iyi bir müzisyen hem iyi bir oyuncusun" diyen bir arkadaşım oldu. Aslında sebep şu; ben mesela salt müzisyenim diye her müzik ile ilgili işi kabul eden bir adam değildim. Dolayısıyla "Arkadaşım, biz müzisyeniz, bizim işimiz bu" diyenlerle aynı ortamda olmuyordum bu anlamda.

Sanatın şöyle bir sıkıntısı var. Sanat, hayata dair bir sözün var ama aynı zamanda meslek, geçime dair bir sözün var. Yani çorbanın da kaynaması lazım. Dolayısıyla senin evdeki çorbayı kaynatmak için yapmak zorunda olduğun, yaptığınla aslında hayata dair atmak istediğin imza örtüşmüyor olabilir. Burada, mesleği müzisyen olanlar ekmeği tercih ediyorlar. Mesleği oyuncu olanlar da sahneyi tercih ediyorlar. Benim kolumda iki tane bilezik olduğu için ben bu tür tercihlerden, şükür, şans, kader, kısmet neyse hep sıyrıldım. Yani ben mecburen bir oyunda oynamadım, mecburen bir müziği çalmak durumunda kalmadım. Ben ekmek parası için beğenmediğim bir işi yapmak zorunda kalmadım belli bir döneme kadar. O dönem de çocuk sahibi olana kadar. Çocuk sahibi olduğun zaman iş değişiyor. Çünkü o zaman kendi tercihlerinizin sonucunda katlanması gereken başka insanlar oluyor hayatta ve o sizin canınızdan, kanınızdan, hayatın merkezine yerleştirdiğiniz birileri olunca iş başka oluyor.

Bu şu demektir; evet, çocuğum olduktan sonra son yedi, sekiz yıldır ben olmak istemediğim işlerin içinde de olduğumun bir ifadesidir, bir özeleştiridir, bir itiraftır, ne derseniz deyin ama sonuçta bu işi Eylem'in bana söylemesinin sebebi; benim müzisyen ve oyuncu olarak hayata dair sözlerimin bir hikaye anlatıcısı gibi olmasıdır. Yıllar önce, ondokuz yaşlarında, Yasemin Yalçın'la oynarken şehir tiyatrolarından bir oyuncu abimiz ve İlhan Şeşen'in böyle bir yaklaşımı vardı bana. Yasemin Yalçın'ın Kadınlık Bizde Kalsın oyununda ben skeçleri birbirine bağlayan gitaristtim. Çalıyordum ve Yılmaz Erdoğan'ın tekstiydi. Yılmaz'ın yazdığı skeç bağlantılarını kendi dilimle ve kendi üslubumca, bazen ekleyerek, çıkartarak ki; Metin Serezli yönetmişti, çok emeği vardır Allah rahmet eylesin, onu seyreden birileri bana söylemişti.

Özellikle şehir tiyatroları kökenli ustamız bana "tam bir trubadur" dedi. Teşekkür ederim dedim ama teşekkür ederken trubadurun ne olduğunu bilmiyordum. Ama hocanın bana kötü bir şey söylemeyeceğini varsayarak teşekkür ederim dedim iltifat herhalde duygusuyla. Sonra, trubaduru araştırdım, Fransızca kökenli bir kavram. Hikaye anlatıcısı anlamına geliyor. Bizdeki ozan gibi. Ama bizde ozan deyince başka bir şey. Yani Dedekorkut ya da işte köy köy dolaşıp vs. gibi değil, başka bir anlatış ama ozan, hikaye anlatıcısı diye çevireyim ben size.

Benim uslubum da öyle olduğu için Eylem bana, “sen bunu yaparsın” dedi. Bu anlamda fikrin vesilesi ya da itekleyicisi, fikir babası belki de Eylem Pelit olmuştur. Çünkü ben daha sonra oturdum, bunu müzikal olarak yazmaya kalktım. Oyuncular, şunlar, bunlar falan. Sonra Eylem'e: "Abi olmuyor. Bu çok masraflı bir şey" dedim. Yetmişli yıllarda Cem Karaca ve dönemdaşları popüler kültürdür. Ama artık doksanlarda, iki bin yıllarında Cem Karaca bu coğrafyanın en önemli seslerinden biri. Büyük bir ekonomik rahatlık içerisinde veda etmedi hayata. Aslında sınıfsal konum olarak dönemin sanatçı kalitesi içerisinde maddi durumu iyi bir aileden gelip komünizmi yaşamış ve kendini komünist olarak tanımlamış, aslında komünistliği tartışılır. Ateist denmiş ama aslında son derece dindar, fakat şeytanın avukatlığını yapan bir dünya görüşüyle, yani Kemalist'e neye karşı ise oradan sokan, dinciye neye karşı ise oradan sokan, biraz kafaları sabitlemeyin, açın demek için insanları inceden ve sanat estetiği ile tahrik eden, taciz eden bir anlayışı vardı rahmetli Cem Abi'nin. Bu çok önemli bir şey aslında. Yani şeytanın avukatlığını yapmak denir ya, ben çok doğru buluyorum. Ontolojik olarak olmayan bir şeytan kavramının zihinsel yaklaşımını ben doğru buluyorum. İnsanları tahrik eden, düşünmeye yönelten, tam tersine de bakmamızı sağlayabilen bu anlayış çok doğru bir anlayış. Cem Abi biraz böyle bir adamdı. Bu anlamda da çok örtüştüğümüz yerler var ustayla. Bu işi kurtarırken ben de bunun her şeyinin anlaşılmasını istiyordum. Zaten popüler kültür içerisinde ölmedi bu adam. Baktığın zaman kör ölüyor, badem gözlü oluyor. Barış Manço'nun cenazesi kalktığı zaman Barış Manço'nun şarkısını bir kere dinlemeyenler vardı. Sonra albüm patladı. Yani sonra keşfediyor insanlar.

Biz zaten zor bir şey yapıyoruz, bir de bunu, müzikali yapacak yapımcı bulamayız dedim. Eylem dedi ki: "Bu müzikal falan değil ki. Aramızda Kalsın oyunundaki gibi. Anlatıyordun ya, anlat. Sen anlat, orkestra benden. Müziğini yaparız."Sonra benim kafamda şablonu oturttuk. Bir ya da iki oyuncu düşünüyordum, onları attım çok açık söyleyeyim. Çünkü tiyatral bir şey koyduğun müddetçe ağırlaşıyor iş. Süresi zaten uzun çünkü Cem Karaca şarkısı söylemek istiyorsunuz. Yirmi şarkı diye yola çıktık, onaltı şarkıya inmek zorunda kaldık süreden dolayı. Çünkü sekiz-sekiz, sekiz-dokuz bis ile beraber, yani on altı, on yedi parça söylüyoruz. Az değil ki. Arada da anlatıyoruz. Ve bu şarkıların kronolojik olarak indiğini, aynı zamanda dönemlerinde neye denk düştüğünü anlatınca da zaten zevki de o, tadı da. Bütün şarkıların hepsine bir şey bulabilirim, hepsini anlatabilirim ama dinlerken insanlar bir google' a baksalar, o dönemle ilgili bir kitaba baksalar, oturtacakları, keşfedecekleri şeyler bulacaklar. Çok ilginçtir, merak etsinler diye söylüyorum, "Oh Be" nin sözlerini kimse incelememiş mesela. O kadar ben anlattığım zaman şaşırıyor ki insanlar, halbuki çok net. Yani iki kıtayı karşılaştırsalar, bu iki kıta aynı anda yazılmış olamaz derler.

Siz, bir tiyatro oyuncusu olarak, tiyatro oyunlarında nasıl oyunun dönemi çok önemliyse müzik için, şarkılar için de önemli olduğunu söylüyorsunuz.

Tabii ama hep böyle değil mi zaten? Benim çoğu kimsenin pek bilmediği, aslında ilk tek kişilik oyunum olan “Bir Laf Etmeli, Bir Laf Etmeli”de Mustafa Kemal'in sözlerinin hangi dönemde, hangi şartlarda söylediğini anlatan dönemim vardı. Öyle didiklediğiniz zaman bir anlamı var. "Türk milleti çalışkandır, Türk milleti zekidir" demiş Mustafa Kemal. Şimdi etrafınıza bir bakın, öyle çalışkan ve zeki bir millet görüyor musunuz? Ya Mustafa Kemal yalan söyledi ya da bu millet değişti o süreç içerisinde. Ama niye söylediğine bakmamız lazım. Bir ulus devlet kuruyor, bir muhterem ve insanlara bir itekleyici güç vermek zorunda. Ve bir süreç yaşatıyor. Türk milleti dediği yer Selanik'ten Halep'e kadar, Hatay'dan Kars'a kadar. Bakıyorsun, bu ülkedeki insanlar, batısındakiler Yunan'a benziyor, Bulgar'a benziyor, doğusundaki Ermeni'ye benziyor. Çünkü bizim coğrafyamız hepsini içine kattığı bir coğrafya. Herkes aynı değil ki. Türk milleti dediğin zaman hangisini kastediyor? Aslında yaratılmaya çalışan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları. Bu anlamda da çalışkandır, zekidir derken yeni bir kod yaratıyor "hadi koçum, hadi canım" derken. Öyle bakmaz da başka türlü bakarsanız tabi çıkamazsınız işin içinden. Her kavram öyle. Cem Abi'nin şarkılarına baktığınız zaman da öyle. Dolayısıyla bu anlamda biz bir hikaye anlatmaya çalıştık ve fikir babası aslında Eylem Pelit olmasına rağmen zaten benim tek kişilik gösteri anlayışımın sonucu hikaye anlatıcılığı nedeniyle, ortaya böyle bir şey çıktı. Kendi adıma iyi ki de çıktı.

Yeni sezonda Ömrüm devam edecek mi?

İstiyoruz ama şüphelerimiz de var. Çünkü tek kişik oyun gözükmesine rağmen biraz pahalı prodüksiyon. Ne anlamda? Yani konser gibi bir oyun, oyun gibi bir konser. Baktığınız zaman ışığıyla, ses düzeniyle, orkestrasıyla bir konser maliyetinden ucuz değil. Konser gibi ama konserden de uzun. Niye? Tiyatral bir şey. Açıkçası benim için de yorucu bir şey. Bir de orkestradaki arkadaşlarımın aynı zamanda başka önemli işleri de olduğunu düşünürsek, onların da zamanlamasını uydurmak zor. İstiyoruz, yani ayda bir de olsa bunu yapmak istiyorum. Zaten daha fazlasını kaldırmaz. Ben popüler kültür insanı değilim. Cem Abi de rahmetli öldüğü zaman popüler kültür insanı değildi. Dolayısıyla bundan popüler kültürün kazandığı gibi acayip pararlar kazanacağı bir iş bekleyemeyiz. O yüzden az oynayıp zarara girmeden hayatını sürdürebilmesini sağlamak zorundayız. Aysa Prodüksiyon yapımcılığını yapıyor sağ olsunlar. Ortak yapım benimle beraber. Aysa da "düzgün gidelim, sağlam gidelim abi" durumundalar. İstiyoruz yani.

Belgesel gibi bir şey düşündünüz mü?

Düşünmedim değil. Düşündüm de bunu sırf ben düşünmedim. Oyunu seyreden çok değerli bir abim film olmalı dedi. Böyle mi olmalı? Bu oyunla istediğim etkiyi yaratmayacak. Ne kadar sürer bilmiyorum ama evet, bir şey düşünüyoruz. Ne olduğunu bilmiyorum henüz. Belki bu formatta bir belgesel. Sıkabilir mi? Bu da nereden baksanız iki buçuk, üç saat film olmalı, dvd gibi satılmalı. Yoksa televizyona falan olmaz. Biraz formatını incelemek lazım. Ezbere iş yapmamak lazım.

Oyunda yaklaşık yirmi Cem Karaca parçası seslendiriyorsunuz. Peki Cem Karaca'nın şarkılarını yeniden yorumlayarak bir albüm çıkarmaya veya birlikte çalıştığı müzisyenleri, grubu tekrar biraraya getirmeye nasıl bakıyorsunuz?

Güzel bir soru da iki ucu keskin bıçak diyorum ben buna. Neden?
Ömrüm'ü izlerken ben Cem Karaca'nın konserine gitmiş gibi hissettim. Röpörtajın başında da söylemiştim, Cem Karaca yaşarken konserine hiç gitmediğim için o kadar pişman oldum ki.

Hakikaten kaçırmışsınız. Oyunda o an aklıma geldiği zaman anlattığım bazı hikayeler var. Siz geldiğinizde onu anlattım mı bilmiyorum ama mesela ben Cem Abi'nin konserlerinden de Barış Abi'nin konserlerinden de örnekler veriyorum reşarj deşarj bölümünde. Barış Abi'nin konseri de öyledir. Hayatınızda bir Barış Manço konserine gitmiş olmanız gerekirdi. Bizim kuşak yakaladı, daha gençler yakalayamadı. Hiçbir şey olmasa o adamı sahnede görmek için yaşamanız gerekirdi. "Oh de!" numarası vardı Barış Abi'nin, her yerde onu anlatırım. Konserin sonunda, Lambaya Püf De müziği ile bitiyor artık, "Oh de!" diye bir şeyi vardır. Eski Şan Müzikholü'nde, kırmızı koltukların olduğu yerde insanlar ayakta bitirirlerdi konseri. Çünkü "Oh de!" yi söyletirdi, çok iyi yönetirdi insanları. Bariş Abi de ilginç bir kafa idi çünkü. Japonya konseri yayınlanmıştı televizyonda, elinde Türk ve Japon bayrakları Japonca konuşuyordu.

Bas gitarist Ahmet Güvenç'in bunun ile ilgili anlattığı bir şey var. "Japonya'ya gittik. Gezersin, tozarsın değil mi? Japonya burası. Barış ortadan kayboldu" diyor. "Bana biraz bulaşmayın, ben yokum" falan demiş, gitmiş baba. "Akşam konsere bir çıktık, adam Japonca konuşuyordu" diyor. Dil ilginç bir şeydir. Barış Abi dile çok yatkındı. Çünkü Barış Abi'nin gizli bir oyunculuğu vardı. Oyuncu değildi ama zaten müzisyenliği de oyunculukdu.

Cem Abi, oyuncu bir aileden gelir, oyuncu bir aileden geldiği için oyunculuğu sahne üzerinde yapar. Cem Abi anlatırken sohbet eder. Barış Abi zaten sahnesi oyuncu olduğu için, yani sahneyi bir oyun alanı olarak kullandığı için ve o "Barış Manço", bir ikon olarak zaten bir oyun ile çıktığı için hayatının her aşaması, oynamak zorundadır. Barış Abi programlıdır, ölçülüdür, hesaplar. Cem Abi hesapsızdır. Çok ilginçtir bu ikili. Ama dönem itibarı ile o kadar güzel kesişmeleri vardır ki. Karşılaşmaları var, "Sen o musun?" demeleri.

Cem Karaca ve Barış Manço'ya desteği veren İlham Gencer

Karşılaşıyorlar. Yıl 1968. İkisi de ünlenmiş. Televizyon yok, radyo var, plaklar var. Bu önemli bir şey. Televizyon yok. Mesela kaç kişi biliyor Türkiye'deki ilk Anadolu turnesini yapan adam kimdir? Erol Büyükburç'tur. Erol Büyükburç, yani Türkiye'nin Elvis Presley'i. Baba İngilizce rock'n roll söylüyor. Anadolu turnesi diyorum size ve bunu da Türkçe sözlerle söylüyor. Kim Erol Büyükburç? Cem Abi'nin babası Mehmet Karaca'nın, dinlemesi için götürdüğü bir kişi. Cem Abi üzerine iki kişinin cümlesi var. Biri Erol Büyükburç. Diyor ki Mehmet Karaca'ya: "Yapmasın şekerim, detonasyonlar var. Bu çocuk çok uğraşır, yapmasın" diyor. Aslında yapmamasını istiyor Erol Büyükburç. Ama diğer önemli kişi kim? İlham Gencer. Ona da Cem Abiler gidiyor. İlham Gencer çok beğeniyor ve destekliyor bu çocukları. Barış Manço'ya da aynı desteği vermiş. İlham Gencer müthiş bir adam, doksan küsur yaşında hala müthiş şarkı söylüyor. Ama bu tip insanlar başka insanlar. Neyse. Şimdi eski müzisyenleri bir araya toplamak bir kere bana düşmez. Çünkü ben onlar ile turneye çıktığım zaman hayal dünyasında gibi gitmiştim. İlk Cem Abiler ile turneye çıktığımızı hatırlıyorum. Cem Abi'ye o zaman Avrasya eşlik ediyordu. Kurtalan Ekspres de şarkıcı Banu'ya eşlik ediyordu. Ve biz beraber turneye çıktık. Barış Abi'den ayrılmış bir Kurtalan Ekspres vardı o dönemde ama ben Kurtalan Ekspres hayranıyım. Barış Abi'yi çok severdim ama ben aslında Kurtalan Ekspres'in müziğini sevdiğimi sonra anladım. Müthiş bir müzikalite Kurtalan Ekspres. Ahmet Güvenç, rahmetli Bahadır Akkuzu, Cem Karaca. Ben on dokuz yaşındayım, dünyaca ünlü starlarla bir yere gidiyorum, bir rock duygusu yaşıyorum, o duygudayım yani.
Sonra ben, Moğollar'ın bir araya gelmesinde etkin olan insanlardan biriyim. Ne anlamda? Moğollar bir araya gelsin kampanyası yapılırken Leman Dergisi'nde biz de Engin Yörükoğlu'na eşlik ediyorduk. Engin Yörükoğlu yeniden grup kurmaya kalktı. Ona grubu ben kurdum. Çünkü Engin abi Fransa'dan gelmişti ve Türkiye'de çok tanıdığı yoktu. Moğallar şarkıları çalacak grubu Engin Yörükoğlu'na ben kurdum ağırlıklı olarak Galatasaray Lisesi tayfasıyla. Çünkü Engin Abi'nin rahmetli abisi Yetkin Abi bizim Galatasaray'dan abimiz ve biz Engin Yörükoğlu ile oradan tanışıyoruz.

Barış Karaca ya da Cem Manço

Jazz Stop ilk açıldığı zaman onun için biz yoğun olarak gittik oraya. Dolayısıyla Galatasaraylılık ilişkisiyle Engin Abi'ye takım kurduk, Moğollar'ın bir araya gelmesi için. Yani bir gün Cahit Berkay, Taner Öngür "Evet, biz bir araya gelmeliyiz" diyecek ve geleceklerdi, hayalimiz buydu. Dolayısıyla eski müzisyenleri bir araya getirmek benim haddimi aşan bir şey. Bana düşmez çünkü onlar benim ustalarım durumunda. Bu bir. İkincisi, bir iki tanesini oyuna çağıralım dedik, ömürleri yetmedi, vefat ettiler. Ben artık birilerini çağırmaktan korkuyorum açıkçası. Hatta Cahit Abi'ler hala seyredemediler oyunu, Cahit Berkay, Taner Öngür. İki, üç kez falan söyledik. Emrah keza, gelemediler hala. Emrah'ın annesi mesela, çok istiyorlar ama gelemediler çünkü oturmadı tarihleri, onların da etkinlikleri vardı. Şimdi artık ısrar etmiyorum, gel demeye korkuyorum açıkçası. Ama benim gönlümde yatan şey, Barış Karaca ya da Cem Manço diye bir grup kurmak istiyorum Pink Floyd gibi yani. İkisinin karışımı, sırf o müziklerle başlayan, sırf o müzikler diyorum ama mesela o dönemde Ersen'in de ciddiye alınması gereken bir takım çalışmaları var. Çünkü Ersen'in de çalıştığı gruplar nedeniyle çok ilginç dönemleri var, Kardaşlar ile çalışıyor falan. Keza aynı dönemde Üç Hürel'in çok önemli çalışmaları var, keza Fikret Kızılok'un.

O dönemin müziği benim çok hoşuma gidiyor. O bir arayış müziği aynı zamanda. Bakıyorsunuz, dönemde Avrupalılar'la muadil; Led Zeppelin, Pink Floyd'la. Zaten yurtdışında konsere çıkıyorlar, Pink Floyd'un enstrümanları ile çalıyor Cem Abiler konserde. Aynı enstrümanlar orada. Bir gün önce Pink Floyd çalmış konserde. "Aman kaldırmayın, iş çıkmasın" diyorlar. Onlar çalıyor, mesela düşünsene Roger Waters'ın gitarını çalıyor biri. Şimdi bizde de ufak ufak var artık teknolojinin sayesinde ama bizde acayip bir endüstri var, pazarlama endüstrisi. O kadar ki çıkıyorsun konsere, senden sonra dünyaca ünlü biri çıkacak diye senin sesini bile açmıyorlar, tonmaister ellemiyor yorulmasın kabinler diye. Çünkü bir endüstri var yani. O zaman öyle değildi ki, o zamanlar ruh vardı. Velhasıl kelam evet, onların şarkılarını söylemek isterdim. Bir araya gelmek zor. Bir de bu iş bana düşmez. Keza şimdi mesela Cahit Berkay, bu işin danışmanı olacaktı, olamadı. Çünkü Cahit Abi bizimle ilgilenemedi. Emrah'la beraber kendi işleri dışında aynı zamanda Cem Karaca şarkıları üzerine bir şey yaptılar. Tabii aynı dönemde olması acı. Yani sen benim yaptığım işin danışmanı olacakken... Ama şöyle bir şey var, Cahit abi yıllarca Cem Karaca'nın yanında olmuş, birlikte müzik üretmiş bir adam. Ben sahnede Cem Abi'nin anısını anlatırken Cahit Abi'nin de anısını anlatıyorum. Yani zaten anı sahibi olan o, diğeri de oğlu. Yani şimdi neyi tartışacağım? Onların en büyük hakları bunları yapmak. Ben bunu sadece şunun için düşünüyorum açıkçası, benim müzikteki ustam Cem Karaca'dır. Tiyatrodaki ustam da Ferhan Şensoy. Bunu kaç kişi bilir, zerre umurumda değil. Ben kendim ile ilgiliyim hayatımda. Dolayısı ile benim ustama bir borcum var. Ödedim mi? Hayır. Ödeyebilir miyim? Hayır. Ama çabasını yapıyorum,çabasını gerçekleştirmeye çalışıyorum. Tabii ki unutulmaz, bence unutulmamalıdır, hatırlanması söz konusu ama hatırlanması değil unutulmamasına dair en ufak bir çabam, en ufak bir desteğim varsa ne mutlu bana.

Şu önemli benim için, evet Emrah seyredemedi, annesi seyredemedi, bunlar önemli isimler ama son eşi bana bir mesaj yolladı İlkim Hanım. "Ustan gurur duymuştur seninle herhalde " dedi ve bitti. Benim için bu. Çünkü ben o oyunu oynarken o kadar şeyler gözümün önüne geliyor ki, keşke bir teknoloji olsa da beyninizden geçeni siz ağzınızla ifade etmenize gerek kalmadan, projeksiyon gibi yayınlansa. Nasıl, hem de neler neler geçiyor. Oradan da seçmeniz gerekecek. Seçmeniz gerekecek çünkü müthiş. Gerçi kötü bir şey, orada sansür yok, tehlikeli. Çünkü deli insanlardı bunlar. Bizim de çok aklımızın yerinde olduğu söylenemez zaten.

1998'de yayınlanmış rock tarzında bir albümünüz var. Günümüze kadar çok uzun bir süreç geçmiş. tiyatro sahnesi dışında müziği bıraktınız mı yoksa ileride yine bir albüm çıkarabilirim diyor musunuz?

Üç, beş sene önce "Yaklaşık beş senedir albüm yapmayı düşünüyorum ama hep bir şey oldu" diyordum. Bunu söyleyeli de üç, beş sene olduğunu düşünürseniz on senedir, belki daha fazla, albüm yapmayı düşünüyorum, küsmüş falan değilim. Ahmet Arif'ten çok etkilendiğim doğrudur. Babanın bir tane şiir kitabı var. Babaya diyorlar ki "Niye bir tane yazdın?" O da diyor ki: " Ben söyleyeceğimi söyledim, değişen bir şey olmadı ki hayatta" diyor. Ben de Leke albümünü yaptığım zaman aslında kafamda üçlü albüm serisi vardı. Sol kültürde teşhir, tecrit, imha diye anlatılan. Hayatı teşhir etme, sonra o kötü yanları tecrit etme ve sonunda imhaya varan bir anarşist, anarko sosyalist tavırlı üç albümlük bir seri yapmak gibi fantazim vardı. Ama Türkiye şartlarında sadece birinciyi yapıp, diğer ikisini yapamadım. İlk cümlemi kurduğum zaman benimle yola çıkanlar on yıl sonra benimle beraber, karşılıklı biçimde, hep beraber bir yerde olacağız gibi bir ümidim vardı. Bu arada kopukluklar oldu.

Ben birinci albümden sonra düşündüğüm, teşhir albümünden sonra tecrit ve imha albümlerini yapamayınca bir anda "anarşist sanatçı" olarak, tabi felsefe olarak bahsediyorum yani Türkiye'de kullanılışı "anarşist, terörist" anlamında değil, kelime anlamında "anarko", anarşist sanatçı olarak algılanmaya başladım. Hatta bir mayıslarda benim şarkı sözlerimi sosyalistler değil, anarşistler kullandı. "Çek o pis ellerini üzerimizden" diye. Çok ilginç, ben sosyalistim ama sosyalistlerden çok anarşistler daha çok sahip çıktı o dönemde. Çünkü içerik öyleydi.

İçerik önce bir anarko isyan ve teşhir, sonra bunları tecrit edip ayırmak, sonra da artık bayrağını çekeceğin, hayatı nasıl gördüğünü anlatacağın, "hadi yürüyoruz, bu duygulara yürüyoruz, bizim hayata bakış açımız böyle..."diye geliştireceğin bir şey hayal ediyordum. Kurulu muydu? Hayır. Zaten bunu dinleyenlerle beraber bir süreçte olgunlaştırmayı düşünüyordum ama öyle olmadı. Ben de çok üzerinde durmadım.

Irmağın neresinde duruyorsanız hayatı öyle tanımlıyorsunuz

Gençken hayata dair çok planlarım vardı. Zaman içerisinde plan yapmamayı öğrendim. Evet, bu öğrenmektir. Plan yapmamayı tercih ettim demiyorum, plan yapmamayı öğrendim. Çünkü siz ne yaparsanız yapın, hayatın kendine göre bir akışı var. Ve siz ne yaparsanız yapın, hayatın aslında bir matematiği yok, akışı var. Yani iki kere iki dört etmiyor hayatta. Çok bilinmeyenli denklem ve çok bilinmezler var. Bu anlamda hayatta tek gerçeklik, sizin o akıp giden hayatta nasıl durduğunuzdur. Ortada kendi bildiğince akan bir ırmak var. Bu ırmağın çeşitli yerlerinde debisi yükseliyor, bazı yerlerde coğrafi koşullar nedeni ile şelaleye dönüşüyor. Siz bu ırmağın neresinde duruyorsanız hayatı öyle tanımlıyorsunuz. Eğer şelalenin olduğu yerde duruyorsanız hayat sizin için deli gibi akıp giden, çok tehlikeli uçurumlar ile dolu bir yer, debinin yüksek olduğu bir yerde çok coşkulu bir hayat, en sığ yerde hayat son derece sakin, son derece durağan. Aslında hayat hepsi çünkü o nehir öyle. Yatağı boyunca ona paralel giderseniz hayatı bütün hali ile, ismin beş hali gibi, hayatın her hali ile yaşıyorsunuz hayatı. Ama bir yerde durursanız hayatı hep orada görüyorsunuz. Değişim bu aslında, hayat ile beraber yürümeyi bilmek. Kimi zaman o daha hızlı oluyor, bazen siz öne geçiyorsunuz ama hayat ile yürüdüğünüz zaman program yapmamayı öğreniyorsunuz. Benim için böyle bir şey artık.

Popüler kültür gibi her sene bir albüm yapıp para kazanacağım derdim de olmadığı için hep askıya aldım aslında. Açıkçası daha sonraları da yaş ilerledikçe, "benim için fark etmez, bir tas çorba da içerim, geçiştiririm günümü" deme süreci geçip, hayata dair bazı kaygılar yani sorumluluklar ve malesef zorunluluklar, desteklemek zorunda olduğunuz, bakmak zorunda olduğunuz ki bunu sadece çocuk ya da aile olarak düşünmeyin, bazen sorumluluklar ve zorunluluklar oluyor hayatta. Bunlar olduğu zaman tercihleriniz başka yönde, hayatı devam ettirmek, geçindirmek yönünde olabiliyor. Kaldı ki, bizim coğrafya gibi coğrafyalarda bu zaten yeterince zor. Leke albümünün kapanış parçasındaki hikayede "hayat insanın çok vaktini alıyor" diye söylüyorum zaten. İnsanlar aslında bu ironiyi hep ciddi ciddi dinledi ama bence komik bir laf "hayat insanın çok vaktini alıyor." Tek derdin hayatı yaşamak ama o bile çok vaktini alıyor. Çünkü hepimiz o kadar çok şey istiyoruz ki, aslında hayatı yaşamamız gerekirken hayat bize ayakbağı olmaya başlıyor. Dolayısıyla yeni bir albüm yapmayı düşünüyorum. Acelem yok, bir gün yaparım.

Lise yıllarınızda Leke adında müzik grubunuz vardı. Grup dağılınca Leke albümünüz çıktı. Bir dönem gazetede Leke adını verdiğiniz köşeniz vardı. Leke adının sizde özel bir anlamı olmalı. Neden Leke?

Ferhan Şensoy'un taktığı bir isimdir Leke aslında. 1987 senesinde bir filmde oynadım ben. İlk filmimdir ama video filmi. O zamanlar video furyası var. Erler film gibi iki, üç tane firma var. Video film furyası da onların elinde zaten. Sene içerisinde sipariş veriyorlar film çeken firmalara. Mesela yapımcıya diyor ki, bu sene bana altmış tane film çekeceksin. Atıyorum, bunun on beşi Cüneyt Arkın filmi olacak, on beşi Kadir İnanır, Tarık Akan filmi olacak. Sana altmış bin lira bütçe veriyorum diyor. Zaten otuz bin lirasını o zamanın parası ile başroldeki Tarık veya Kadir bey alıyor mesela. Geri kalan otuz bin lira ile de bütün filmi çekiyorlar. Geri kalan otuz filmden de, mesela diyor ki on tanesi macera filmi, beşi şu vs. olacak, sipariş veriyor.

Böyle bir film aslında Yeşil Bir Dünya. Tolga Savacı, Ayşegül Aldinç. Senaristi Gülin Tokat, yapımcısı Uzman film. Uzman Film'in yapımcısı üç kardeş, yönetmeni Faruk Turgut, şimdiki Gold Yapım'ın sahibi. Faruk Turgut aslında yönetmendir. Üç kardeşin en küçüğü olduğu için yönetmendir, diğer iki abi yapımcıdır. Gülin Tokat ile anlaşıyorlar senarist olarak. Gülin çok ilginç bir kadındır. Gülin Tokat sıradan, siparişle yapılan video filmine bir el atıyor, bir senaryo yazıyor. O dönem çevreci hareketin ilk tohumları Türkiye'de. Aliağa'da protesto mitingi yapılıyor falan. Onların hepsini filmin içine katıyor. Ayşegül çevreci kız, Tolga da sanayici oğlu. Çağdaş bir Romeo Juliet filmi yaratıyor. Ben o arada Ferhan Abi'de amatörüm, daha Nöbetçi Tiyatro'dayım. Dostum Hüsnü de oyuncu. O zamanlar Ferhan Abi'nin amatör kadrosundan dört, beş kişi, hep beraber bu filmde yer aldık oluşum sürecinde. Fakat biraz uzun sürdü iş. Hemen Aliağa kısmı çekildi. Sonra iki ay hiçbir şey çekilmedi. Herkes döküle döküle o kadrodan Hüsnü ve ben kaldık o filmde oynayan. Benim de saçlar uzun, sakallar var, şişedibi gibi gözlüklerim var, o zaman dört, dört buçuk, astigmat hipermetrop, kocaman gözlükler, böyle bir çocuğum. Surat küçük, saç, sakal uzun, kıllı bir çocuğum. Ferhan Abi diyor ki bir gün: "Oğlum ben kimsenin vücudundaki kıllar ile uğraşmam ama çok çirkinsin. Bu ne hal?" diyor. Ben de dedim ki: "Abi Keloğlan rolü verdin de kesmedim mi? Keloğlan oynamayacaksam elleme benim saçıma sakalıma" diyorum. Çünkü zaten amatörüm. Film başladı fakat arada da iki ay boşluk oldu. Devamlılığı var. O arada amatör oyunda da oyun çıktı. Ferhan abi kesmemi istiyor ama kesemem ki, devamlılığı var filmin. Biz bilmem kaç sahne çektik, ha başladı ha başlayacak, başlayamadı. Filmin belli yerlerinde uzun saç, sonra kısa saç olamayacağına göre kesemem. "Ne çekiyorsun? Ne oynuyorsun sen?" dedi Ferhan abi. Çevreci, gitarist bir çocuğu oynuyorum dedim. Hoca da baktı bana, dedi ki: "Ulan çevreciyi oynuyorsun, kendin koli basili gibisin, tipsiz" dedi. Döndü oradakilere: "Herif leke lan hayatta" dedi. O arada kendi oyununda da Leke diye bir karakter varmış düşündüğü, daha sonra o çıkıyor ortaya birleştirdiğin zaman. Fakat benim de o aralar müzik grubum var, ben de "leke"ye oradan takığım. Biz paralel olarak aynı kavram üzerine düşünüyormuşuz. Çünkü benim gruba Leke ismini koyuşum aslında Ferhan abinin bu cümlesinden öncedir.

Biz çomak sokuyor, rahatsız ediyoruz

Bir söz vardır: "Bir çiçekle bahar olmaz, tek bir leke, leke bile sayılmaz." Albümden önce grup kurduğumuz zaman Leke ismine oradan takıktım. Leke istenmeyen şeydir ya, müziğinde kurduğun cümlelerle, insanların huzurunu bozan o şarkılarla aslında istenmeyen bir leke idik biz yapı olarak. Leke zaten istenmez çünkü, yani istenmeyen şeydik biz, lekeydik. "Her şey güzel gidiyor, şimdi bu lekeye ne gerek var?" Biz çomak sokuyoruz, rahatsız ediyoruz çünkü. O benim tükürüğüm, onlara sümük gibi geliyor. Her şeyden rahatsızlar. Fakat bunun bir de tersi var. Benim anladığım dünya güzelliği anlamında da beni leke olarak suçlayan herkesin zaten varlığı, bu dünyada benim için bir leke. Biz ve onlar diye ayırdığın zaman zaten onların seni gördüğü gibi sen de onları görüyorsun. Benim problemim onları öyle görmemek aslında. Benim için o konumdalar ama ben onları öyle görmüyorum. Ve onlar bana yüklendikçe ben daha da pisliğine gidiyorum. Ama tabi burada gençliğin verdiği bir şey de var. Saçlar, sakallar uzun. Yolda yürürken insanlar sizden çekiniyor. Çok saçma değil mi? Bir vücuttaki kıl insanlara korku salıyor, deli havası veriyor. Çünkü çirkinsin, özensizsin onlara göre. Çünkü başka bir şeysin onların estetiği haricindesin. Dolayısıyla ben lekeydim onlar için. Leke diye bir grup olamayınca, dağıldı çünkü herkes bir yere gitti, ben Leke'yi albüm ismi yaptım. Sonra da devam edebilseydim Cem Karaca Moğollar, Barış Manço Kurtalan Ekspres gibi Renan Bilek ve Leke yapmayı çok istiyordum. Ama sonra grup durumu olduğu zaman buna karışmadım. Çünkü kendi kurmadığım gruba Leke ismini vermeyi uygun bulmadım. Eylem Pelit de sağolsun bir orkestra kurdu, eşlik ediyor. Bu grubun adı Leke olacak diyemem, bu bana düşmez. O yüzden ben kısaca EPO diyorum, Eylem Pelit Orkestrası.

Ömrüm oyununuzda Cem Karaca'nın anılarını ve sizin Cem Karaca ile olan anılarınızı paylaşıyorsunuz ama sizin de dolu dolu ömrünüz, anlatacak çok şeyiniz var. Bu yaşanmışlıkları bir kitapta ölümsüzleştirmeyi düşündünüz mü?

Tadını çıkararak ve farkında olarak yaşadığımızın farkındayım. Sadece ben değil, hayatımın büyük bir bölümünü paylaştığım kimi insanlar var, onlarda da bunu görüyorum. Farkındalık çok önemli bir kavram. Bizim müzikte de, tiyatroda da yaptığımız kimi şeyler zaman içerisinde o kadar farklı yerlere gitti ki, mesela süre nedeniyle soramadığınız bir "kadıköy sound" sorusu var. Kadıköy sound böyle bir şey. Kadıköy sound bir şehir efsanesidir aslında. Kadıköy sound, hayatı farkındalık ile yaşayan bir grup gencin bilerek, isteyerek uydurdukları bir kavramdır. Biz bunu bile isteğe uydurduk ve bunu da belli çevreye dayandırarak yaptık. Dedik ki, Seattle sound vs. Amerika'da bir "sound" dan bahsedilebiliyor. Yani bu coğrafyadan çıkan insanların yaptığı müzik. "Sound"un Türkçe'de tam karşılığını oturtamıyorsunuz. Ses ama değil, anlayış, hava vs değil. "Ses yaklaşımı" falan, tanımlıyamıyorum tam olarak. Biz de orada muhabbet esnasında "Kadıköy sound" diye bir şeyi buna dayanarak uydurduk. Rock tayfaları mesela ama biz bunu bile isteğe uydurduk. Cem Abi'nin bir sözüdür, çok severim: " Biz rüyalarımızı Türkçe görürüz. Bu yüzden derdimizi Türkçe anlatmalıyız. Çünkü seksenden sonra hayatın damarları öyle bir kesildi ki bu ülkede kültürle ilgili, Türkçe rock olur mu diye aptalca bir tartışma oldu. Yani sen aslında zamanındaki Cem Karaca'yı yemiş oluyorsun, Erkin Koray'ı yemiş oluyorsun. Çünkü damar kesilince sol kültür falan bir sürü grup ortadan kayboldu. Dolayısıyla rock tekrar bize Pink Floyd'la Led Zeppelin'le girdi. Türkçe rock olur mu? Niye olmasın? Yıllarca yapılmış. Ve biz bunu anlatamadık. Benim on yaş büyük abim var. Abimle annem arasında onyedi yaş var. Ben onların müzik zevki ile büyüdüğüm için ben Türkçe rockla büyüdüm.

Türkçe rock'ı galiba Anadolu rock olarak kabul ediyorlar?

İhtarname mesela, Anadolu ile ne ilgisi var? Köy diyor baba ama arkada müzik Jimi Hendrix gibi gidiyor, ne köyü? Şimdi baktığın zaman biz çok farkındaydık ne ürettiğimizin. Hatta o zamanlar alternatif dergiler, fanzinler üretenlerin bir gün basında bir yerlere geldiği zaman ne diyeceklerini biliyorduk. Şimdi onu yaşıyoruz. Niye? Artık elli yaşlarındayız. Çünkü biz Hey Dergisi'nde, dergilerde Cem Karaca'nın, Barış Manço'nun basın toplantısına bakıp gülüyorduk, babalar neler yapmış, ne deliymiş bunlar diyip, biz de öyle numaralar yapıyorduk. Ve bunların otuz sene sonra nasıl yansıyacağını bilerek biz eğlendik. Dolayısıyla biz her anlamda farkındalığı yaşayan insanlardık ve ben de öyleydim. Bu anlamda benim mesela çok fotoğrafım yoktur. Bir sürü insan bir yere gittiği zaman fotoğraf çekiyor. Ben fotoğraf çekene kadar yaşamayı tercih ederim. Bir sürü arkadaşımın daha çok aşk şarkısı vardır. Ben aşk şarkısı yazana kadar o aşkı yaşamayı tercih ederim. Benim şarkılarımın çoğunun hayata dair cümleler söylemesinin sebebi öfkemi çıkartmak içindir. Çünkü ben normalde çok eğlenceli bir adamımdır ama doluyorsun, doluyorsun, şişiyorsun, kusma ihtiyacı duyuyorsun. Bunu ürettiğin şarkılarında kusuyorsun. Aslında Jimi Hendrix'e demişler ya, baba ilk elektro gitarı çalıyor, akustik gitar o zamana kadar : "Ne yapıyorsun? Ne bu?" diye, baba da: "İnsanlar o kadar üst üste, sıkışık yaşıyorlar ki cereyana kapılmış gitarın sesi ile bir sallanıp, dağılırlar, kendilerine gelirler diye düşündüm" demiş. Baktığın zaman bu farkındalıkla yaşarken aynı zamanda yaşamayı tercih ediyorsunuz.

Ben yaşamayı tercih etmiş bir insanım. Mesela herkesin ilk sandığı, aslında ikinci oyunum Aramızda Kalsın için bir sürü arkadaşım yazsana bunu dedi. Yazsam, oyun o kadar çok şekil değiştirdi ki. Zaten sonra Aramızda Kalsın Devam diye yaptım. Aslında fantezim şu: "Aramızda Kalsın Mı Acaba?", "Bu da mı Aramızda Kalsa?" diye, böyle şekillendiriyorum. Ustam Ferhan Şensoy olduğu için öykünmemek mümkün değil. Onun Ferhangi Şeyler' i yıllardır sürüyor ama aynı oyun sürüyor. Benim Aramızda Kalsın'ım bundan farklı aslında ve ben insanlara anlatamıyorum. Mesela organizatör turne diyor ama insanlar diyor ki: "Biz o oyunu gördük." Sen aslında Romeo ve Juliet' in de biliyorsun sonucunu. Bir arkadaşım vardı, diyordu ki: "Titanik filmine gitmem" Niye? "Sonunu biliyorum" diyordu. Ne yapalım oğlum, batmaya mıydı Titanik yani sen göresin diye? Böyle saçma bir şey olabilir mi? Böyle salakça mantıklar var. Sen orada başka bir şey paylaşıyorsun. Ben Aramızda Kalsın da mesela bir sürü formatı değiştiriyorum. Yeni dönemde belki de içine başka şeyler katacağım, değiştireceğim. O benim seyirci ile bir paylaşmam ama organizatör bana diyor ki: "Yapma abi, başka bir oyun yap" diyor. Yani ben Aramızda Kalsın'ı dönüştürene kadar Aramızda Kalsın'da söyleyeceğim oyunu başka bir isim ile koyduğum zaman iş yapacak, yoksa yapmayacak. Benim derdim başka, muhabbet ediyorum, sözümü söylüyorum, karın ağrılarımı döküyorum ve bir şeyler paylaşıyorum.

Evet, yazmayı çok istiyorum. Çünkü bunu itekleyen yazar arkadaşlarım var. Yani kendisi yazar olup bana yazsana diyenler var. Ama bu çok ayrı bir disiplin ve açıkçası ben gazetede yazarken bu disiplini elde ettim. İyi de oldu. İlk başlarda iki, üç gün boyunca karnımda kelebekler uçuşuyordu ben ne yazacağım , nasıl yazacağım diye uğraşıyordum. Ukalalık değil, artık bir disipline oturtuyorsun. Son dönemde yazmaya bir saat kala başlıyordum incelemeye, bir şeyler düşünmeye. Notlarım vardı, hafta içinde bir şey olursa not alıyordum. Bir saat çalışma dahil, bir buçuk saat içinde yazım bitmiş oluyordu. Yarım saatte de yazıyordum. Çünkü beyin ilgilenmeye başlıyor ve bu disiplin oluyor, nereye gideceğini biliyorsun. Bunu istiyorum. Aynı zamanda Sol Gazetesi'ndeki o yazıları derleyip sol yazıları ya da haftalık yazılar ya da tarihe notlar gibi değerlendirmek istiyorum. Çünkü ben, 2012 yılında söylemişim Suriye politikasıyla ilgili Türkiye'nin yanlışlarını, bugün o tartışılıyor, yıl 2016. Ben dört sene önce bunu söyledim ama acayip bir strateji uzmanı olduğumdan değil, görünen köy klavuz istemediğinden, bir de hasbelkader oturaklı bir düşünce sistemimiz olduğundan. O kadar basit. Benim gibi milyonlarca insan bu ülkede aynı şeyi söylüyor. Biz hasbelkader tanındığımız, göründüğümüz, göz önünde olduğumuz için bizimki duyuluyor, onların duyulmuyor o kadar.

Velhasıl yazmak istiyorum. Roman yazmak istiyorum mesela. Son takıntım o. Ama şimdi tabii benim gibi insanların son derece bir problemi var. Biz sanatı sadece söyleme şekli olarak öğrenmedik. Nasıl anlattığın önemli ama biz ne anlattığının da hep peşinde koştuk. Bu coğrafya o kadar hüzünlü ve acı tecrübelerle, o kadar umutsuz hikayelere dolu ki. Aslında zamanında bizim esinlendiğimiz, beslendiğimiz o tam anlamıyla, hem toplumsal gerçekçiliği koyup hem de sana umut veren hikayeleri becerecek çok az insan var. Ben onlardan biri olmak istiyorum ama korkuyorum. Çünkü benim çok coşkulu bir umudum yok hayata dair artık. Beklentim de yok kendi adıma ki, çok genç bir yaşta aslında uzatmaları oynuyor gibiyim. Umurumda değil bir sürü şey, boşa atmış bir vaziyetteyim çünkü bir yandan umut vermesi gerekliliğine inanıyorum o hikayelerin insanlara. Umut vermezsek insanın tutunacağı hiçbir şey kalmıyor. Ama öyle bir umut bende yok ki vereyim. O zaman da işte eleştirdiğim insanlar gibi yazmak istemiyorum. Sonra diyorum ki yaz da, bırak başkası eleştirsin. Bazen soruyorlar: "Bu şarkıda neyi anlattınız? Bunda ne demek istediniz?" Diyorum ki; "Bilmem. Ben yaptım. Sen ne anladın?"

Röportaj: Derya Bilgingil
Editoryal: www.istanbul.net.tr
02.08.2016

istanbul.net.tr

Kare Kod (QR) Uygulaması

Sitemizde yer alan Mekan sahipleri ,etkinlik düzenleyenler, Kare (QR) kodunuzu oluşturun, bilgilerinizi mobil kullanıcılarla kolayca paylaşın. Oluşturduğunuz kare (QR) kodu yazıcınızdan basarak hemen kullanabilirsiniz.

Resime sağ tıklayıp jpg formatında farklı kaydedebilirsiniz.

Herhangi bir yorum yapılmadı ilk yorumlayan siz olun...
Yorumlar yaparak sesini duyur..!

İlginizi Çekebilir

SAYFAYI PAYLAŞIN

Facebook Twitter İnstagram Pinterest Mesaj Email
KAPAT

HAKKIMIZDA

Hakkımızda iletisim Yasal Uyarı Reklam Android Apple
KAPAT