Bugünlerde birçok yerli dizide delikanlılığın kitabı yazılır oldu. Ama bize en yakın, en sıcak delikanlılık kitabını Mükremin ve Tirbüşon yazıyor yıllardır. Delikanlılığın, insanın dostu için her şeyi yapabilmesi olduğunu, bazen yüreklerimizin bükemeyeceği bilek olmadığını, biraz da güldürerek anlatıyorlar bize.
Serhat Özcan, yani Bir Demet Tiyatro’nun en önemli karakterlerinden Tirbüşon, 1961 Sinop doğumlu ve 1978 yılından bu yana tiyatroyla uğraşıyor. 1995’te Otogargara ile Beşiktaş Kültür Merkezi Oyuncularına katılmış. Siz onu dizideki rolüyle komik, saf, Berkant gibi kılıbık bazen, sana durun, ama sadece durmayın ve kendisiyle yaptığımız röportaja bir gözatın, hatta mümkünse okuyun. Televizyonun komik adamı, aslında bu ithamdan da Tirbüşondan da sıkılmış. Güle Güle filminin senaristi Fatih Altınöz ile bir film hazırlığına girmiş bile. Halkın yapıştırdığı komik adam etiketinden ancak yeni projelerde yer alarak sıyrılabileceğini söylüyor. “Şiir” diyemediği, kendi deyimiyle “Durum Saptamaları” var. Bir Nazım Hikmet hayranı, “asker olmasına rağmen demokrat” olan bir babanın oğlu…
Önce isterseniz tiyatroya nasıl başladığınızı biraz anlatın.
Tabi ilk olarak Ortakokul ve lise tiyatroları var. Bir dostumuz vardı bizim Cahit Albayrak diye Devlet Tiyatrolarından emekli oldu. Onun kursları oluyordu ona gidiyorduk liseden önce.
Peki ailede sizden başka tiyatroyla ilgilenen var mı?
Ailede tiyatroyla ilgilenen benden sonra oldu. Kardeşim Antalya Devlet Tiyatrosu’nda rejisör ve oyuncu aynı zamanda.
Genelde aileler çocuklarının tiyatroyla ilgilenmesine başta karşı çıkarlar. Sizde öyle bir durum söz konusu olmadı galiba.
Bizde öyle bir baskı yok. Zaten son derece aydın bir ailede büyüdüm ben. Babam asker olmasına rağmen demokrat bir adamdı. İki tane amcam köy enstitüsünde öğretmendi. Memur, öğretmen, aydın bir aileydi. Onun için edebiyata ve sanata çok duyarlı insanlardı.
Tiyatro dışında neler yapıyorsunuz?
Tiyatro dışında yaptığım çok fazla bir şey yok aslında. Kendime ayırabildiğim zamanlarda mümkün oldukça okumaya gayret ediyorum. Onun dışında şiir yazıyorum. Şiir denemelerim var, şiir, öykü. Fakat ben onlara şiir demiyorum. Şiir çok iddalı bir şey. O nedenle kitap haline getirmeyi hiç düşünmedim. Şiirin ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Ben onlara şöyle bir isim koydum: “Durum Saptamaları” . Yani yaşadığım, başkasının başından geçen şeyler. Yaşamın gerçeği çırılçıplak önümüzde dururken, öyle çok fantastik şeyleri sevmiyorum. Biraz gerçekçi şeyler, o nedenle de “durum saptaması” diyorum ben onlara.
Sizin en çok beğendiğiniz şair kim peki?
Nazım Hikmet tabi tartışılmaz.
Bir Demet Tiyatro dışında hangi oyunlarda rol alıyorsunuz?
Sen Hiç Ateş Böceği Gördün mü? Var. Onun dışında işte Vizontele’de oynadım, küçük bir rol. Şimdi yeni bir film projemiz var. Güle Güle’nin senaristi Fatih Altınöz benim çok sevdiğim bir arkadaşım. Yıllar önce Kartal Sanat İşliği diye bir tiyatro vardı. “Şaşkın Kara Yolu Balinaları” diye bir kitabı vardı onun. O aralar Şizofrengi Dergisini de çıkarıyorlardı. Oradan “İnsanın Evrelerini” oynamıştım.
Şizofrengi Psikolog ve Psikiyatristlerin çıkardığı bir dergi değil miydi?
Evet. Psikoloji de zaten özel ilgi alanıma giriyor. Özel olarak takip etmeye gayret ettiğim bir konu. Çünkü mesleğimizle de çok bağlantılı bir alan. Özellikle sosyal psikoloji. Çünkü şöyle düşünüyorum, bir İngiliz Psikiyatr bir şeyler üretmiş, tezler üretmiş ama bizim toplumumuza da çok uymuyor. Onun için sosyal psikoloji. Kendi toplumumuzda oluşan şeyler daha çok ilgimizi çekiyor. Fatih ile yıllar öncesinden böyle bir tanışıklığımız vardı. Sonra bir sponsor çıktı. “ Ya sen meşhur adamsın, sana niye bir şey yapmıyoruz. Sen de kazan biz de kazanalım” gibilerden, “ben stand up yapamam” dedim. Yani yapım buna müsait değil. Ben bir ortamda fıkra bile anlatamam. Bana biraz yazılı metin lazım, tiyatroculuk bence böyle bir şey. “Tek kişilik bir oyun olabilir ama stand up yapamam” dedim. Onunla ilgili Fatih ile görüşmeye gittiğimde bir film yapmaya karar verdik. Güle Güle’nin senaryosunu o yazmıştı ama sonra tabi işin içine sponsorlar girince, “şurasını şöyle yapalım, burasını çıkaralım” falan oldu. Onun için içine pek sinmedi kendi senaryosu. Şimdi bu senaryo daha iyi bir şey olacak. Eğer koşullar uygun olursa.
Özellikle içinde yer almaktan mutlu olduğunuz projeler neler?
BKM’de yaptığım bütün işlerde mutlu oldum. Çok mutlu olurum sandığım işlerde mutlu olmadım. Bu öyle garip bir iş. Mesela Dostlar Tiyatrosunda çalışmak benim için bir tiyatrocunun Türkiye’de yükselebileceği en üst mertebeydi. Sonra çalışınca gördüm ki öyle değilmiş. Onun için hiç ummadığınız yerde daha mutlu olabiliyorsunuz. BKM’de yaptığımız işlerden mutluyum genelde. Bir Demet Tiyatro’dan sıkılmaya başladım. Tirbüşon’dan sıkılmaya başladım. Bazı şeylerin böyle etiket gibi yapışıp kalmasından ve şöhretten son derece rahatsız bir insanım. Hakkaten hayatımda da “şöhret olayım” diye bir gayem olmadı. Efendi efendi tiyatromuzu yapıyorduk, televizyon çıktı, böyle olduk.
Türkiye’de ki tiyatroların durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Özel tiyatrolar, devlet tiyatrolarının yozluğuna bir alternatif midir?
Özel tiyatroların, devlet tiyatrolarına alternatif olmaları çok zor. Bütçe açısından çok zor. Yoksa beyin olarak çok geçtiler. Ülkenin ekonomisiyle çok paralel giden bir şey bu. Hiçbir şeyi biribirinden ayıramıyorsun. Doktorların durumu neyse bizim durumumuz da aynı aslında. Hastanede çalışan, muayehane açmayı reddeden bir doktor arkadaşım var mesela, çünkü muayehanede kaybedeceği zamanla Sigorta Hastanesinde daha çok hastaya bakabilir. Eve gidince de sabaha kadar internet başında son cerrahi gelişmeleri takip ediyor. İkiyüzyirmibeş milyon maaş alıyordu en son. Çok acı bir şey bu tabi. Biz de öyle yoğun bir tempoda çalışıyoruz. Ben BKM’ye gelene kadar yıllarca dublaj yapıp oradan kazandığım parayla tiyatro yaptım.
Tabi ki Türkiye’de aydınlanma hareketleri her zaman sekteye uğramış. Din faktörü pompalanarak da uğramış başka şekillerde de. Mesela tiyatronun sorunlarının tartışılacağı bir 21.yy’a girerken , geçen gün televizyonda izliyorum, “kadın dövülmeli mi, dövülmemeli mi” tartışılıyor. Ne demek yani dövülebilir mantığı var ki, böyle bir soru gündeme gelebiliyor. İnsanlık ayıbı diye düşünüyorum ben bunu. İnsanların artık kendilerini sorgulama zamanı geldi. İsmail Dümbüllü zamanında “kaldır poponu yere vur, seyirci güler” diye bir mantık varmış ki, o dönemin koşullarında mizah anlayışı oymuş. Hala bu anlayışla tiyatro yapıldığı için tiyatronun çilesi bitmiyor. Yoksa iyi bir şey yapıldığı zaman seyirci geliyor. Devlet Tiyatrosuna da geliyor, özel tiyatroya da.
Seyirci sizce bu bilinçte mi?
Televizyonda hazır sunulmuş birsürü paket program, eğer onları izlemeyi bırakıp eğer tiyatroya geliyorsa zaten tercihini yapmıştır. Tesadüfen gelen de var tabi ama, bir de kemik seyircimiz var. Onlar da seviyeli oyun istiyorlar. Çok sansasyonel oyunlar çıkıyor. Kerem Alışıkla Ebru Cündübeyoğlu muydu, iki televizyon starına tiyatro yaptırdılar, insanlar televizyonda gördükleri için üç-beş gün gittiler, onuncu gün oyun kalktı. Popülariteye hizmet eden böyle bir sektör var.
Röportajın devamı için tıklayın
Röportaj: Elifcan Karacan