Beyoğlu’nun arka sokaklarından; sarhoşuyla, genciyle, şarapçısıyla sabaha kadar hayatın devam ettiği Nevizade Sokaktayız. Bu kez içmek için değil ama. Asıl amacımız, Öküz Dergisi’ndeki “Sokak Mobilyaları” adını verdiği röportajlarıyla tanıdığımız Oktay Güzeloğlu’yla röportaj yapmak. Her daim balık ve rakı kokan Nevizade Sokağın en sonunda yer alan “Mini Meyhane”de buluşuyoruz. Günlerden Cuma olduğu için sokak oldukça kalabalık. Biz biralarımızı yudumlarken Oktay Abi geliyor (o kadar insana yakın, o kadar içten ki, ona “bey” diyemiyorsunuz). Tam zamanında. Sonra söyleşiyi yapabileceğimiz daha sakin bir ortam buluyoruz. Sokaktaki insanlar, garsonlar, şarapçılar sanki herkes onu tanıyor. Ben soruları sormaya başlıyorum. Ama sohbet öyle uzuyor ki, bazen o başlıyor sormaya, arada bir teybi kapatıp uzun uzadıya laflıyoruz.
Sonuç; sokaktaki insanın ona bu kadar samimi itiraflarda bulunması hiç de şaşırtıcı değil aslında. Para kazanma hırsını, sahtekarlığı ve tüm maskeleri reddedip, aç da kalsa, evsiz de olsa onuruyla yaşamayı tercih etmiş hep. Tiyatro oyunculuğundan, çorbacılığa, dondurmacılıktan, jigololuğa kadar her işi yapmış. Paranın onu kullanmasına asla izin vermemiş, bir sosyalist. Hayatını yazdığı insanların (kendi deyimiyle “sokak mobilyaları”) sadece öykülerini paylaşmıyor. Sokaktaki adamın nadiren güvendiği insanlardan biri o. Beyoğlu’nun şarapçısı, fahişesi, travestisi, tinercisi, yani tüm garibanları bizlere bütün kapılarını kapatmışken nazlarını bir tek Oktay Abilerine geçirir. Oktay Güzeloğlu da şarap paralarından, üst-başlarına kadar tüm ihtiyaçlarında yardımcı olur onlara. Gariban mezarlıklarındaki bekçilerle ahbaptır artık, bilir ki “Beyoğlu’nda Garibanın Otopsisi Yapılmaz”, ve gariban öldü mü bir mezar taşı bile olmaz, sessizce ayrılır bu dünyadan, yokluğunu kimse anlamaz. Oktay Güzeloğlu hariç.
Sokaklarda yaşayan insanlarla böyle samimi bir iletişim kurmayı nasıl başardın?
Onlar benim dostum. Beyoğlu’nda ömrüm onların içerisinde geçti benim. Ben tiyatro ve sinema kökenliyim. Bir süre tiyatro ve sinema yaptım. Sonra bir baktım ki, kendi çevrem benim onurumu istiyor, omurgamı istiyor. Öyle bir alan ki, dedikodu orada, ahlaksızlık orada, dejenarasyon orada, bir baktım benden götürüyor, ben onları reddettim. Sokaktaki adam benden sadece şarap parası istiyor. Kimliğime, kişiliğime saldırmıyor.
Yazmaya ilk nasıl başladın?
Beyoğlu’nda binlerce fareyle birlikte bir çatı katında yaşıyordum. Sokaktaki arkadaşlarım da gelip kalıyordu. Birgün bir arkadaşım eski bir televizyon hediye etti. Akşamları bütün sokak hep beraber televizyon seyrediyorduk. O ara hikayelerini yazdığım dostlarım vardı. Turşucu bir Güngör Abi vardı, klasik müzik hayranıydı adam. Gündüz turşu satar, akşam da Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası konserlerini dinlemek için elinde bir tabak turşuyla koşa koşa bana gelirdi. Hayatını yazdığım insanlara bir örnek.
Nasıl geçiniyordun peki? Başka bir iş yapıyor muydun?
O dönemler benim yasaklı dönemlerimdi. Oradan buradan otlanıp arkadaşlarla bir şeyler buluyorduk. Sonra hep birlikte bulunanları yiyorduk. Arada bir de filmlerde oynuyordum. Aldığım parayı çok idareli kullanıyordum. O işi sevmediğim için.
Öküz’den önce başka yerde yazdın mı Oktay Abi?
Öküz’den önce de tek tük yazıyordum. Ama kendime, yayımlamıyordum. Ben bu insanlarla birlikte yaşarken onları bir malzeme olarak kullanmıyordum. Sadece o hayatı yazıyordum. Geçenlerde evde dosyalarımı karıştırırken, çok önceden “kimleri yazayım” diye düşünürken yaptığım bir listeyi buldum.
Liztaylor Alev, Dilenci Melek…. Ve o zaman bunları yazmaya başladım ben. Sadece yayınlamak istemiyordum. Sonra Metin Üstündağ’ın aklına gelmiş Öküz Dergisi kurulurken. Bir kaç yazar benim sohbet arasında anlattıklarımı çalıyorlardı. İsim vermeyeyim. Metin, Öküz Dergisi hazırlanırken telefon açtı dedi ki: Artık gel de, insanlar orjinalini okusunlar. İşte öyle başladım.
“Sokaktan Politikaya” sloganıyla çıkardığın “Hiç” diye bir dergi vardı. Öküz’de yazarken niye başka bir dergi çıkarmak istedin? Derginin durumu nasıldı? Şimdi niye çıkmıyor?
Beni bir yerde bir köşe tatmin etmiyor. Herhangi birisinin dergisinin bir köşesi beni tatmin etmiyor. 1996’da Öküz’den ayrıldım. Ben bunun bütününü yapmak istiyorum dedim ve HİÇ’i kurdum. O sıralarda “Beyoğlu’nda Garibanın Otopsisi Yapılmaz”a devam ediyordum. Hiç’in yazar kadrosu: genelevden, hapishaneden, pavyondan, Hacı Hüsrev’den, tımarhaneden…. Aklına gelebilecek bütün alt katmanları aldım yazar kadrosu olarak. Ve bu sefer ben yaşamın bir bölümüyle gelmek istemedim. Alttaki yaşamın bütünüyle gelmek ve bu arada ülke politikasını eleştirmek. Onun için sloganımız “sokaktan politikaya”ydı.
Akşam gazetesinin dağıtım şirketi dağıtıyordu dergiyi. Sadece Marmara Bölgesi’ne ulaşabiliyorduk ve tirajımız 5.000’di. Bir gecede Akşam gazetesi, Dost Dağıtımı Karamemet’lere devretti. İçerde kalan paramızı alamadık, ödemediler. Paramızı alamayınca durmak zorunda kaldık.
“Ben o insanların hayatını kendim için yazıyordum” diyorsun, Sokak Mobilyaları niye başladı öyleyse?
Karşıma şu soru geliyordu: “Bunlar uydurma mı?” diye. Onun için ilk Hiç’te Sokak Mobilyalarını başlattım. Yani hayatlarını yazdığım insanlarla birebir röportaj.
Kitaplar ne durumda? İkinci baskılar yapıldı herhalde..
Sokak Mobilyaları, Hiç yayınlarından çıkmıştı. İkinci kitap, “Beyoğlunda Garibanın Otopsisi Yapılmaz”ı Leman bastı. Son olarak da Parantez’den “Yeni Sokak Mobilyaları” çıktı. Şimdi dördüncü kitap, “Sanat Mobilyaları” geliyor. Kenarda köşede, İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşamış, eski tiyatrocular, canbazlar, illizyonistler, çadır tiyatrocuları… Onların belgesellerini çektim. 1940 yılından belgeleriyle anlatıyorum. Şimdi bitmek üzere.
Peki Öküz’de devam edecek misin?
Benim Öküz’le bir sorunum yok. Sorunum kendimle. Artık Sokak Mobilyaları’nı durdurmam gerektiğine inanıyorum. Rutinleşmeye başladım. Yayına giren yazılar yaptığım röportajın dörtte biri. Aynı şeyleri yazmak beni de sıkıyor. Benim psikolojim de bozuluyor. Sokaktaki insan benim arkadaşım, bir gün göremeyince morga gidiyorum. Gariban mezarlıklarındaki görevlilerle ahbap olduk artık. O kadar çok kişi öldü ki, artık duyarsızlaşmaya başladım. Ben İstanbul’dan onbir ay uzaklaştım. Bütün zamanım morg, mezarlık ve sokak arasında geçmeye başlamıştı.
Röportajın devamı için tıklayın
Röportaj: Elifcan Karacan