Sinemada Hollywood (daha doğrusu Amerikan) tekeli nasıl
kırılabilir?
Hollywood tekelini kırmak (Amerikan sineması demiyorum, çünkü bence Hollywood`un
dışında da bir Amerikan sineması var) için öncelikle devlet iradesi ve kültürel
bir program gerekli. Sinema endüstrisi, silah endüstrisinin ardından, ABD`nin ikinci
gözbebeği niteliğinde. Çok önemli kültürel bir silah ve bu silahın etkisini
kaybetmemesi için, gerektiğinde Başkan düzeyinde yumruklarını masaya vurabiliyorlar.
Bush`un Özal`la görüşmesinde `kota` konusunda söyledikleri unutulmamıştır
sanırım. Bunun ötesinde ABD, karşısında güçlü ulusal sinemalar da istemiyor. Yani
güçlü bir ulusal sinemanız yoksa, ulusal sinemanızı koruyamıyorsanız, Hollywood
tekelini kırmanız da mümkün değil. Ancak son beş altı yıl içinde dünyada çok
ilginç bir gelişme yaşanıyor ki, Türkiye de buna eklemlenebilir diye düşünüyorum.
Çin ve İran sineması, yani Hollywood`un borusunun ötmediği iki ülke, uluslararası
festivallerin karnına ardı ardına `sert yumruklar` indirip, ödülleri topluyorlar. Bu
ülkelerden gelen filmlere bakın, kendi ülkelerinin gerçeklerini, insanlarını, yerel
öykülerini sinemanın evrensel diliyle anlatmayı başardıklarına tanık
olacaksınız. İşte Türkiye`de de benzer örnekler ortaya konmaya başlandı ama henüz
işin çok başındayız ve üzücü olan bu olumlu gelişmelerin `dağınık` biçimde
sergilenmesi.
Türkiye`de
sinemanın birçok sorunla cebelleştiğini biliyoruz. Bunlardan en önemlisi de maliyeti
yüksek bir sanat oluşu. Devletin bu anlamda sinemaya bir katkısı olmuyor mu?Kültür Bakanlığı`nın cüzzi katkısı dışında devletin sinemaya yaklaşımı
başından itibaren çok soğuk ve mesafeli olmuş ülkemizde. Sanki tuhaf biçimde
`gölge etmemek` istenmiş ama öte yandan da sansürle, yasaklamalarla vb. gelişmenin
önü kesilmeye çalışılmış. Henüz bir `Sinema Yasası`nın bile olmadığı
düşünülürse, devletin katkısının ne olup olmadığı daha iyi anlaşılacaktır.
Durum böyle olunca `sponsor desteği` öne çıkıyor ki, bu da kuşkusuz başka
açılardan sakıncalı bir `bağımlılık` yaratıyor. Çünkü sponsorluk `hayır
severlik` değildir, sponsor `bağış` yapmaz. Verdiği desteğin karşılığını bir
biçimde mutlaka almak ister ki bunun da en basit yolu filmlerdeki `gizli reklamlar`dır.
Ünlü bir yönetmenimizin filminde otomobille giden kahramanların, neden uzun süre bir
meşrubat kamyonunu takip etmek zorunda kaldıklarını anlamak hiç de zor değil
sanırım.
Sinema eleşirmenleri arasından sivri dilliniz ile
ayrılıyorsunuz, eleştirmenlerin beğenmediği bazı filmlere öyle bakış açıları
yaratıyorsunuz ki o filmi birden seviveriyoruz, şaşırtıcısınız. Ya da şöyle
diyelim eleştirileri kraterleriniz var mı? Sezgilerinizi kullanır mısınız? Zaman zaman gerek övgü, gerekse de tepkisel anlamda `sivri dilli` olduğum söylenir.
Ama hiçbir yazıyı `sivrilik` olsun diye yazmıyorum elbette. Bir filmi seyrederken,
kendimi öncelikle iyi bir sinemasever gibi hissetmeye çalışıyorum. Bir seyirci, (hele
de bizler gibi bedava film izleme şansı olmayanlar!) iyi zaman geçirmek, çeşitli
açılardan `doyuma ulaşmak`, aptal yerine konmamak vb. ister. Türü ne olursa olsun,
bir filmden öncelikle ben de aynı şeyleri talep ediyorum. Hakkında yazarken de
beyazperdede gördüklerimle kendi estetik-ideolojik-politik-kültürel tercihlerimi
karşılaştırıyorum. Belki yeterince `sivri dilli` değilim ama herkese mavi boncuk
dağıtan, kimseyle `kötü olmamaya` dikkat eden `tatlı su eleştirmenlerinden` biri
olmadığım da kesin. Bu durum tabii ki bazı `sinemacıların` hoşuna gitmiyor. Kimi
yönetmenlerin ben ve bazı eleştirmenler hakkında hiç iyi şeyler dilemediklerini
biliyorum. Bazı film şirketleri, reklamları keserek gazete yönetimini baskı altına
almaya çalıştılar, yoğun şikayetlerde bulundular. Bazı salonların müdürlerinin
`kara listesi`ne girmiş durumdayım. Ancak beş yılı aşkın süredir çalıştığım
Radikal gazetesiyle aramda buna ilişkin herhangi bir sorun yaşanmadığını açık
yüreklilikle belirtmeliyim.
Türkiye`de oldukça genç bir sinema izleyicisi var.
Ancak Hollywood filmleri ile sinema ile tanışan bu izleyici kitlesine "gerçek
sinema izleyicisi" diyebilir miyiz? Siz yazılarınızı yazarken aynı zamanda
insanları yönlendiriyorsunuz buna göre bir eleştirmen nasıl olmalı? Genç seyirci kitlesi, çok yoğun biçimde popüler kültürün, `gelip geçiciliğin`
etkisi altında. Büyük çoğunluğu, yeterince araştırıcı, kuşkucu ve meraklı
değil. Elbette ki `frekans tutturduğumuz` genç seyirciler, okurlar da var ama genel
eğilim açısından bakarsak, onların gözünde `ideal eleştirmen` olmadığımı
biliyorum. Ayrıca ben sinema eleştirisinde Anglo-Sakson tarzını pek benimsemiyorum.
Yani, belli bir şablon dahilinde, `beğendim, beğenmedim` kalıplarından öteye
geçmeyen, `yıldız sistemi` eleştirisine pek sıcak bakmıyorum. Eleştirisi yazısı,
bence, edebiyata, özellikle de deneme türüne yakındır ve bir `metin` olarak da
başlı başına değer taşımalıdır. Tıpkı film gibi, film eleştirisi de yeni bir
düşünsel üretime olanak sağlamalıdır. Bu çabayı göze alanlar, yorumlarıma
katılmasalar da yazılarımı algılıyorlar, düşüncelerini iletiyorlar. Diğerleri
ise yolda gördüklerinde, `Yine bir filmi katletmeye gidiyor` diye düşünüyorlar!
Röportaj: Elifcan Karacan, Oya Özer