Mahrem, bir film gibi başlıyor. Jenerik öncesi bir açılış sahnesi ve sonunda birbirine bağlanacak olan yan öyküler epey görsel detaylarla akıp gidiyor. Bazı bölümlerde bu atmosfer neredeyse bir filmin sahnelerini okurmuşuz duygusu veriyor. İsterseniz önce bu yanından başlayalım; romanınızın sinema dili ile ilişkisi var mı?Romanı yazarken birçok bölüm doğrudan doğruya gözümün önünde canlandı ve okuyucuların da aynı bölümleri canlandırmakta güçlük çekmeyeceklerine inanıyorum. Ama bunun dışında ve ötesinde de, Mahrem’in, görsel yanı son derece güçlü bir roman olduğunu düşünüyorum. Açıkçası açılış sahnesinden sonra romanın isminin verilmesi de aynı mantıktan hareketle oluşturuldu. Yani bir filmin başı gibi düşündüm o kısmı. Tıpkı bir açılış sahnesi gibi tasarladım. Sonra da aynı görsel gücü koruyarak gelişti metin. Galiba edebi bir metin yazarken görüntüler benim için büyük önem kazanıyor. Bir sahneyi yazarken onu öncelikle görmeye, sonra da göstermeye çalışıyorum. Bu genelde böyle ama bilhassa Mahrem’de daha da pekişti. Romanın tamamının göz fikri üzerine kurulması, görmeye ve görülmeye dair olması, yazarken görsellik ile kurduğum ilişkiyi daha da perçinledi. Ön plana çıkardığım bütün sembollerde de bu havayı korudum. Örneğin kitap boyunca sürekli hareket eden, sık sık rüyalarda görülen bir uçan balon var. Daha sonra şişman kadın ile uçan balon arasında tekrar bağlantı kuruluyor. Bu fikir önce görselliğiyle ilgimi çekti benim. Yani uçan balonun kendisini veya olası anlamlarını düşünmekten ziyade, görselliğine kapıldım. Sonra da bu fikri alıp işledim. Buna benzer pek çok örnek verebilirim romandan.
Kahramanınız şişman bir kadın. Öne çıkan kavramlar ise görmek/görülmek. Bu kavramlar akla hemen bir dönem feminist hareketin sloganlarından biri olan “Bedenimiz bizimdir/Şişman güzeldir”i getiriyor. Kadın bedeninin/kimliğinin erkek dünyası içindeki konumunu sorguladığınız söylenebilir mi?
Mahrem temelde görmeye ve görülmeye dair bir roman. Kitapta hep göz ile ilgili içiçe geçmiş hikayeler anlatılıyor. Öte yandan göz dediğimiz, en çok kadını görür. Gözün ve görsel dünyanın odak noktası kadındır. Daha da somut konuşursak gözün gözde nesnesi kadın bedenidir.
Hepimiz bir seyirlik dünyada yaşıyoruz. Etrafımızda görsel bir bombardıman var. Böylece oluşan dünyanın, tanımı önceden yapılmış bir erkek gözüne göre düzenlendiğini düşünüyorum. John Berger’in ifadelerini kullanacak olursak, erkek gören, kadın da görülen konumunda. Erkek seyrediyor, kadın da seyrediliyor. Bu işin bir yanı.
İşin öbür yanı, kadınlar küçük yaştan itibaren bu dayatılmış erkek gözünü içselleştiriyorlar. Ve kadınlar hem birbirlerine hem de kendilerine bu gözle bakmaya başlıyorlar. İşte bu noktada kadının kendi kendisiyle kurduğu ilişki iflah olmaz biçimde baltalanıyor. Artık aynada kendimize baktığımız zaman bir erkek gözünden bakıyor ve o göz aracılığıyla beğenilip beğenilmeyeceğimizi sorguluyoruz. O gözden bakarak ne kadar kilo aldığımızı, fazlalıklarımızı, eksikliklerimizi tek tek saptıyoruz. Ve gene o gözün dayattığı estetik kalıplara uymak için kendimizi şekillendirmeye çalışıyoruz.
Önceki iki romanınızda olduğu gibi Mahrem’de de çeşitli tarihsel değiniler var. Epeydir yaygın olan postmodern anlatı akımıyla bir ilişkisi var mı bu tarih motiflerinin?
Postmodernizm benim yazdıklarıma zaman zaman atfedilen bir yakıştırma. Ben bundan hiçbir rahatsızlık duymuyorum. Açıkçası ben roman yazmaya başlamadan önce kendi kendime böyle bir hedef koymuyorum. Yani ben postmodern bir roman ya da tarihsel bir roman yazıyım filan demiyorum kendi kendime. Ben bir hikayenin peşine düşüyorum. O hikaye beni geçmişe götürüyorsa geçmişe gidiyorum. Sınırlar çizmiyorum, katı kategorik ayırımlara aldırmıyorum. Bu tür yakıştırmalar ve tanımlamalar hep arkadan geliyor. Aslında bizde edebiyat kuramlarıyla daha çok insanın sürekli ilgilenmesini çok arzuluyorum. Bu tür çalışmalar çoğaldıkça belki edebi metinleri derinlemesine inceleme fırsatı da bulabileceğiz.
Postmodern edebiyat diye adlandırılan tarzın beni çok çeken yanları da olduğu için bu türü yakıştırmalardan rahatsızlık duymuyorum. Her şeyden önce bu akımın içinde tek bir ses yerine pek çok ses olması; çok sayıda öznenin çok sayıda sesine yer verilmeye çalışılması, gerçekliğin parçalanması, tek ve mutlak bir gerçeklik olmadığının vurgulanması…vs. gibi noktalar hoşuma gidiyor.
Yine önceki romanlarınızda gözlenen mistik öğeler yer yer Mahrem’de de göze çarpıyor: “Onun yüzü ne Batı’ya aitti, ne Doğu’ya.” gibi görkemli cümlelere sık sık rastlıyoruz yazdıklarınız içinde. Yazdıklarınızın geleneksel anlatılarla bir ilişkisi var mı?
Sözünü ettiğim çok kaynaklılık, çok kapılılığın içine geleneksel anlatılar da giriyor. Ben Doğu ile ilgilenmeyi oldum olası sevmişimdir. Ancak Doğu kültürünün tüketiliş tarzı beni epeyce rahatsız ediyor. Bu yüzden bu tür ayırımları temkinli kullanıyorum. Temelde dinler tarihiyle ilgili olduğumu söylemeliyim sanırım. Bu alanlarda okumayı düşünmeyi seviyorum. Ayrıca kültürel tarih ve yeni yeni gelişmekte olan tarihçilik alanlarıyla da ilgileniyorum. Örneğin gündelik yaşam tarihçiliği. Bütün bunlar bana Doğu’yu daha yakından görme fırsatı veriyor.
Bu işin kuramsal yanı. Bir başka açıdan bakıldığında, ben annemle babam ayrıldıktan sonra çocukken bir müddet anneannem tarafından büyütüldüm. Sanıyorum onun büyülerle, soyutlamalarla dolu dünyasının bende epey izi kaldı. Bunu da romanlarıma yansıtıyorum.
Uzun dönem Avrupa’da yaşayıp, sonra İstanbul’a yerleştiniz. Yazdıklarınıza da yansıyan bu çokkültürlülük içinde İstanbul’un yeri nedir?
İstanbul benim için çok başlılığın merkezi olmuş şehirlerden biri. Tarih boyunca hep çok özneli, çok sesli olmuş. Ben İstanbula 2 sene önce yerleştim. Daha önce sık sık gidip geliyordum. Ankarada yaşıyordum. Ankara gibi şehirlerde steril bir hayat sürebilirsiniz. Ev-iş-arkadaş çevresi üçgeninde dönüp durursunuz. Seneler böyle geçer. Üçgen sterildir, duymak istemediğiniz sesleri duymak, görmek istemediğiniz görüntüleri görmek zorunda kalmazsınız pek. Oysa İstanbul böyle değil. İstanbul kozmosun değil kaosun şehri. Burada her şey içiçe. Alışıldık estetik değerler içinde baktığınızda hiç de güzel bulmayabilirsiniz bu şehri. Eğer istediğiniz temiz pak steril bir hayat ise bunu burada bulamazsınız. Her tarafı yara bere dolu bir şehir bu. Beni çeken tam da bu aslında. Bütün çirkinliklerine rağmen gene de güzel buluyorsanız bir sûreti, onun inanılmaz bir cazibesi, benzersiz bir çekim gücü var demektir. Benim için İstanbul böyle.
Elif Şafak: 1971 Strasbourg doğumlu. ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü bitirdi. Kem Gözlere Anadolu (öykü; 1994), Pinhan (roman; 1997), Şehrin Aynaları (roman; 1999), Mahrem (roman; 2000) isimli kitapları yayımlandı. Pinhan ile 1998 Mevlâna Büyük Ödülü’nü kazandı. İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde araştırma görevlisi olarak çalışıyor.